22 Şubat 2015 Pazar

Padişahların Günlük Programları Nasıl Olurdu?

Padişahların 24 saati nerede olursa olsun ibadetle başlar, ibadetle biterdi. Padişahlar sabah çok erkenden yani güneş doğmadan en az 1,5 saat önce kalkar, güneş doğuncaya kadar ibadet ederlerdi. Bundan sonra bahçede kısa bir gezinti yaparlardı.
Sabah kahvaltısı tabla ile getirilirdi. Kahvaltı malzemeleri Enderun denilen iç sarayda kiler odasında saklanır ve kilercibaşının nezaretinde hazırlanır, çaşnigirbaşı vasıtasıyla da padişaha takdim olunurdu.
Padişahlar eski anane gereği günde iki kere yemek yerlerdi. Bunun biri kuşluk vakti denilen sabah ile öğle arasında saat 10:00 - 10:30 sularında, öbürü de ikindi vaktinde idi. Daha sonra yemekler üç öğün olduğu zamanlar da oldu. Padişah, kahvaltıdan sonra Harem Dairesi’nden çıkarak Enderun’daki Hasoda’ya gider, burada çeşitli hüner sahipleriyle meşgul olurdu.
Toplantı günlerinde ise Kubbealtı’nda kendisine ait yerde toplantıyı takip ederdi. Toplantıdan sonra Arz Odası’nda sadrazam, kaptanpaşa, yeniçeri ağası, defterdar ve kubbe veziri gibi resmi devlet adamlarını kabul ederek devlet işlerini görüşürdü. Toplantı zamanı değilse, resmi devlet adamlarının saraya davet edilmesi ancak fevkalade günlerde olurdu.
Bundan sonra öğle namazı kılınır ve ardından da öğle yemeği yenirdi. Bu yemek, sarayda “Kuşhane” denilen hususi bir mutfakta, haremle dışarısının bağlantısını sağlayan Zülüflü Baltacılar Ocağı mensuplarından Kuşçu denilen aşçılar tarafından ve çaşnigir (tadıcı) nezaretinde pişer ve kapalı sahanlara konulup bir tepsiye dizilerek tüle sarılır, mühürlendikten sonra tablacıbaşı gözetiminde tablakarlar eliyle padişaha ulaştırılırdı.
Padişah öğle yemeğinden sonra şahsi işleriyle uğraşır. Bazen dinlenir, kitap okur, kütüphanesinde çalışır, yazı yazar, meraklı olduğu bir el sanatıyla uğraşırdı ki, bütün Osmanlı padişahlarının meslekleri ve ayrı ayrı sanatkarlıkları vardı. Bundan sonra ikindi namazı kılınır ve istediği kişilerle ve saray vazifeleriyle görüşürdü. Bu kişiler, haftanın ayrı ayrı günleri için belirlenmiş ilim adamları, tecrübeli eski devlet adamları, sanatkarlar , tanınmış şairler, edipler, hattatlar ve dini ilimlerle mütehassıs kimselerdi.

Bundan sonra akşam namazı kılınır, padişah öğle vaktine göre çok daha hafif bir akşam yemeği yer ve yatsı namazına kadar yine kendi işleriyle uğraşır ve bazen de annesi olan Valide Sultan’la görüşürdü. Yatsı namazından sonra padişahlar odalarına çekilir, çoğu zaman Kur’an-ı kerim ve Tevarih-i Al-i Osman denilen kitapları okuyup öyle yatarlardı. Hatta bazı sadrazamlar da kendi köşklerinde bu geleneği devam ettirmişlerdir. 

Osmanlı’da İlk Matbaa

İbrahim Müteferrika, 1726’da matbaacılığın gerekliliği, önemi ve faydası üzerine Vesiletü’t-Tıba’a adlı bir risale yazarak Damat İbrahim Paşa’ya takdim etmiştir.

Damat İbram Paşa, bu matbaa kurma talebi uygun bulmuş ve çalışmaları teşvik etmiştir. Kitap basmanın şeriata aykırı olduğu iddiasıyla alimlerin basımevi açılmasına karşı çıktıkları iddiası ise doğru değildir. Ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına takrizler yazmışlardır. Matbaanın tahsis işlerine bakmak üzere ulemadan dört kişi tayin edilmiştir. Fetvada ve fermanda sadece “Ulum-ı Aliye”, yani dini ilimler dışındaki mevzulara dair kitapların basılacağından söz edilmiştir.

20 Şubat 2015 Cuma

Hareme Yabancı Kimse Giremez

Osmanlı sarayında, padişahın ailesi olmayan bir kişi ne hareme girebilir, ne de padişahın hususi hayatıyla ilgili bir şey görebilirdi. Bu ne görülmüş ne de duyulmuş bir hadisedir. Sarayda vazifeli olanlar bile hayatlarını daima bir sır içinde tamamlarlardı. Sarayda yaşayanların, saray dışına çıkıp, halk arasına karışıp, halkla görüşmeleri kesinlikle yasaktı ve böyle bir bilgi de yoktur. Osmanlı bunu bir devlet geleneği ve siyaseti olarak yapmıştır. Yoksa sakladığı bir suç veya gayri meşru bir iş için değil. Böyle olduğu içindir ki yüzyıllarca bu büyük devlet yapısını ve teşkilatını koruyabilmiştir.
Bu noktada Ayşe Osmanoğlu’nun, harem hayatı hakkındaki sözlerini nakledelim:

“Batılıların, haremi, bilhassa Darussaade’yi, hükümdarların bir sefahat teşkilatı halinde görmeleri, şüphesiz tarihi hadiseleri biraz hissi nazarlarla tetkik etmelerinden ileri gelmiştir. Hatıralarımın daha önceki kısımlarında daima cazip taraflarını hoş renkleriyle anlatmaya çalıştığım Osmanlı Haremi’nde, aslında, gerek hükümdar, gerekse onun kadınları için bir itidal ve fedakarlık rejimi hüküm sürerdi. Hükümdar ile haremleri arasında, çok ciddi kaideler ile sınırlanmış münasebetler vardı. Daha önce babama dair anlattığım bir hatıram, hükümdarın, Darüssaade’de her istediğini kolaylıkla temin ettiğine dair inanışların yerinde olmadığını pek iyi belirten bir misaldir.” 

19 Şubat 2015 Perşembe

Mehterden Mızıka-i Hümayun'a Osmanlı'da Milli Marşlar Ve Hamidiye Marşı

Selçuklu Sultanı bir fermanla birlikte Osman Gazi'ye emirlik alameti olan "tuğ", "alem", "tabl" ve "nakkare" de göndermişti. Ferman, Osman Gazi'ye bir ikindi vakti takdim edildi. Osman Gazi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı). Böylece Osmanlı Devleti'nin resmi mehteri başlamış oldu. Fatih Sultan Mehmed Han zamanına kadar nevbet vurulurken padişahların ayakta dinlemesi adetti.
Resmi mehter, padişah mehteriydi ki, buna "Mehterhane-i Tabl u Alem-i Hassa" denirdi. Padişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı. Sefer ve harp esnasında padişah mehterhanesi, saltanat sancaklarının altında durup, nevbet vururdu. Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümayun önünde nevbet vurmak adetti.
hükümdar mehterleri beş vakit vururlardı. Bundan başka padişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife divanlarında nevbet vurulurdu.
Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugah nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalardı. Harp esnasında ise, padişahın veya seraskerlerin yanında durup, harp boyunca askerin cesaretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalınırdı.
Yeniçeri ocağının lağvı ile beraber Mehterhane de kaldırıldı ve yerini Mızıka-i Hümayun'a bıraktı.
1831 senesinde Sultan İkinci Mahmud Han için Mızıka-i Hümayun'da Donizetti Paşa tarafından bestelenen "Mahmudiye" diğer adıyla "Marche Imperiale Ottomane" (Osmanlı Milli Marşı) ilk Osmanlı milli marşı olarak kabul edildi. 1839'da tahta çıkan Sultan Abdülmecid Han zamanında "Mecidiye Marşı" milli marş olarak kabul edildi. Sultan Abdülaziz Han ise "Aziziye Marşı"nı milli marş olarak kullandı. Yerine geçen Sultan Beşinci Murad yeni bir marş yerine babası Sultan Abdülmecid için bestelenen marşı kullandı. Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın uzun saltanatı boyunca kullanılan milli marş, "Hamidiye Marşı", "Marş-ı Ali-i Hamidi", "Marche de S. M. Imperiale Le Sultan Abdül-Hamid Han II" olarak da bilinip tanınmıştır.
Hamdiye Marşı, sözlü ilk marştır. Bu marşın sözleri şöyledir:

Şehinşah-ı ali-tebar
Hakan-ı Cem-iktidar
(Soyu yüce padişah, Cem iktidarlı hakan)

Sultan Hamid-i kamkar
Tahtında olsun ber-karar
(Her istediğine ulaşan Sultan Hamid Han, tahtında daima otursun)

Her ruz-ı ahd ü şevketi
Behcetle bir subh-ı bahar
(Saltanatının her günü sevinçli bir bahar sabahıdır)

Ba-ferr ü ikbal-i mezid 
Binler yaşa Sultan Hamid
(Şan ve şevketle, çok mutlu olarak binler yaşa Sultan Hamid Han)

18 Şubat 2015 Çarşamba

Bu Da Tesadüf Mü?


Ragıp Paşa, kütüphanesinin inşası tamamlandığı günlerde, kapının önünde durmuş düşünürken, oradan geçmekte olan bir zat, niçin düşündüğünü sorar. Paşa, kapının üstüne ne yazdıracağımı düşünüyorum, deyince o kişi: "Fiha kütübün kayyimeh" ayet-i kerimesini yazdır, der. Ragıp Paşa bir de bakar ki bu ayet, ebced hesabıyla kütüphanenin açılış tarihini göstermektedir.

17 Şubat 2015 Salı

Bulgaristan'da Osmanlı Hayır Eserleri

Mustafa Paşa Köprüsü

Bulgaristan 14. yüzyılın Balkanlar'da ilk fethedilen yerlerden biri olup Osmanlı fetih siyasetinin sonucu olarak daha o tarihlerden itibaren burada birçok vakıf ve mimari eseri yapılmıştır. Başta Osmanlı padişahları ve saray mensupları olmak üzere bölgede faaliyet gösteren akıncı ve sancak beyleri, ulema ve özellikle çeşitli sebeplerle Anadolu'dan getirilip burada iskan edilen halk pek çok vakıf kurmuş, bunları ayakta tutacak gelir kaynakları tahsis etmiştir.
Ekrem Hakkı Ayverdi'nin yaptığı tespitlere göre Bulgaristan'da 2356 cami-mescid, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekke-zaviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam-ılıca-kaplıca, 27 türbe, 24 köprü, 75 çeşme, 16 kervansaray vb.den oluşan toplam 3339 İslami eserden maalesef çok azı günümüze ulaşmıştır.

Mezhep Düşmanlığı Ve Osmanlı Adaleti

13. ve 14. yüzyıllarda Hıristiyanlar arasında mezhep (Katolik-Ortodoks) düşmanlığı öylesine azmış, düşmanlık o kadar büyümüştü ki, birbirlerinin himayesi altında yaşamaktansa, Türklerin himayesi altında yaşamayı daha uygun bulurlardı.
Nitekin, Fatih Sultan Mehmed Han'ın İstanbul'u muhasarasından dört ay evvel, son İmparator Kostantin nezdinde Rum Patriği Greguvar ile Papalık makamının temsilcisi Kardinal İzodor, Ayasofya'da bir toplantı yaparak, iki mezhebin, yani Ortodoks ve Katolikliğin birleştiğini ilan etmişlerdi. Fakat halkın çoğunluğu buna karşı gelmiş ve hatta günlerce ayaklanmalar olmuştu. Bizans başvekili Grandük Notaras ise bu birleşmeye şiddetle karşı gelmiş ve:
"İstanbul sokaklarında Latin Kardinallarının külahını görmektense Türklerin sarığını görmek evladır!" demişti.

Ulubatlı Hasan Diye Birisi Yok Mu?

Maalesef bazı tarihçiler tarihi bilgileri çarpıtmaya ve bunlar üzerinde demogoji yapmaya çalışmaktadırlar. Bu gibi şeyler İstanbul'un fethi gibi çok mühim bir hadiseyi birkaç küçük noktaya inhisar ettirip, meselenin özünü gölgede bırakma politikasının bir neticesidir.
Ulubatlı Hasan meselesi hakkında şunu söylemek gerekir ki, İstanbul'un fethi sırasında surlara bayrağı diken bir veya birkaç kişi vardır ve bunlardan biri de Ulubatlı Hasan'dır. Burada önemli olan bu kişinin Ulubatlı Hasan veya başka bir kişi olması değil, önemli olan İstanbul'un fethedilmesi ve bu fethi ismi bilinen veya bilinmeyen birçok kahramanın gerçekleştirmiş olmasıdır. Nitekim ismi tarihe yazılmamış binlerce kahraman vardır.
Tarih kaynaklarında Ulubatlı Hasan hakkında bir bilgiye fetih sırasında Bizans tarafında bulunan Georgios Phrantzes (1401-1477) isimli Bizans tarihçisinin Chronicon isimli eserinde rastlanmaktadır. Bu tarihçi Ulubatlı Hasan ismini verdiği gibi şehre giriş sırasında surlara tırmanış ve sonra Bizans askerlerinin kaçışı ile ilgili bilgilerde vermektedir.
Osmanlı tarih kaynaklarında ise surların üzerine ilk çıkanın kim oldu söylenmeden, bu hadiseye dair bilgiler anlatılmaktadır. İbn Kemal'in Tevarih-i Al-i Osman isimli eserinde bu mesele şöyle anlatılmaktadır:
"Ölülerin yığınlarından hisar duvarına merdiven oldu. Yiğit gaziler, o merdivenden gaza doruğuna çıktılar. Burçların aralarında buldukları düşmanları dağıttılar. Padişahın ak sancağını ki, sabah aydınlığı gibi ufukları nurla doldururdu; uğurlu zafer gününün haberiyle memleketler fetheden askerin kalbini sevinçli kılardı, henüz göğün on iki burçlu kalesinde güneşin ışık saçan yaldızlı bayrağı zuhur etmemişken hisar burcunun kulesine dikip tekbir sesleriyle göğün kapısını inlettiler."

14 Şubat 2015 Cumartesi

Osmanları Padişahları Kaç Yıl Yaşadı?

Osman Gazi 68, Orhan Gazi 79,
Sultan Birinci Murad (Hüdavendigar) Han 63,
Sultan Birinci Bayezid (Yıldırım) Han 43,
Sultan Birinci Mehmed Han (Çelebi) 32,
Sultan İkinci Murad Han 47,
Sultan İkinci Mehmed Han (Fatih) 52,
Sultan İkinci Bayezid Han 64,
Sultan Birinci Selim Han (Yavuz) 50,
Sultan Birinci Süleyman (Kanuni) 72,
Sultan İkinci Selim Han (Sarı) 50,
Sultan Üçüncü Murad Han 49,
Sultan Üçüncü Mehmed Han 37,
Sultan Birinci Mehmed Han 27,
Sultan Birinci Mustafa Han 47,
Sultan İkinci Osman Han (Genç) 18,
Sultan Dördüncü Murad Han 28,
Sultan İbrahim Han 33,
Sultan Dördüncü Mehmed Han (Avcı) 51,
Sultan İkinci Süleyman Han 49,
Sultan İkinci Ahmed Han 52,
Sultan İkinci Mustafa Han 39,
Sultan Üçüncü Ahmed Han 63,
Sultan Birinci Mahmud Han 58,
Sultan Üçüncü Osman Han 58,
Sultan Üçüncü Mustafa Han 57,
Sultan Birinci Abdülhamid Han 64,
Sultan Üçüncü Selim Han 47,
Sultan Abdülmecid Han 38,
Sultan Abdülaziz Han 46,
Sultan Beşinci Murad Han 64,
Sultan İkinci Abdülhamid Han 76,
Sultan Beşinci Mehmed Han (Reşad) 74,
Sultan Altıncı Mehmed han (Vahidüddin) 65 yıl yaşamıştır.

Harem ile Selamlık Arasındaki Dolap


Eski Osmanlı evler, haremlik ve selamlık olmak üzere iki kısımdan oluşurdu. Harem kısmı ev halkının günlük hayatının geçirdiği bölümdü. Selamlık ise genelde erkek misafirleri ağırlamak için kullanılırdı. Misafirlere ikramlar, haremlik kısmı ile selamlık kısmı arasında yer alan ve kendi etrafında dönen bir dolap yardımım ile yapılmaktaydı. Böylece, evde misafir varken haremlik ve selamlık arasında bağlantı sağlanmış olurdu.

13 Şubat 2015 Cuma

Çobanlar Profesör Oldu

Orta Çağ boyunca Balkanlar ve Orta Avrupa iki gücün arasındaydı. Ya Avrupalı devletlerin, yahut da Osmanlı'nın hakimiyetine gireceklerdi. Avrupalılar ele geçirdikleri yerlerde, ne kendilerinden başka mezhebe ne de halkların dillerini muhafazaya hayat hakkı tanıyorlardı. Almanlar doksan sene hakim oldukları Çekistan'da (Çekoslovakya) şehirlerde ve büyücek meskün alanlarda Çekçe bilen bir kişi bırakmamışlardı. 1918 yılında Almanlar Çekistan'dan çekilmek mecburiyetinde kalınca, Çek hükümeti dağlardan çobanları getirtip, Prag Üniversitesi'nde Çek dili profesörü yaparak, tekrar Çekçe'yi ihya etmek zorunda kaldı. Almanlar Çekistan'da doksan yıl kaldıkları için dağlardaki çobanlara ulaşamadılar; eğer Osmanlı'nın Sırbistan'da kaldığı gibi, dört yüzyıl Çekistan'da kalsalardı, Almanlar dağlarda da bir tane çoban bırakmazdı. Bugün de Çek dilinin ve Çek milletinin yerinde yeller eserdi. Halbuki Osmanlı hiç kimsenin dinine ve diline dokunmadı.

Devşirmelikte Çocuklar Zorla Mı Alınıyordu?


"Devşirme" saray hizmetleriyle bostancılıkta ve yeniçeri ocağında istihdam olunmak üzere toplanan Hıristiyan çocukları hakkında kullanılan bir tabirdir.
Sultan Çelebi Mehmed ve oğlu Sultan İkinci Murad zamanlarında Rumeli'deki bir kısım Hıristiyan tebaadan yedi sekiz yaşına kadar çocukların devşirilmesi kanun oldu. İşte bu suretle bir kısım tebaadan çocuk toplamaya mahsus olan "Devşirme Kanunu" meydana çıktı. Çocuklarını vermek için ailelerin yarıştıkları bilinen bir gerçektir. Bunun yanında kanunla belirlenmiş sayılarda alınan çocukların bazıları kaçar veya gitmek istemezdi. Bu gibi çocuklar zaten alınmaz ve ailelerine iade edilirdi.
Kanun gereği Hıristiyan çocuklarının en asilleri seçilirdi. Birden fazla çocuğu olan ailelerin daha müsait ve daha sıhhatli olan bir çocuğu seçilirdi. Bir oğlu olanın çocuğu alınmayarak babasının hizmetine bırakılırdı. Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Endamı mütenasip olanlar saray için seçilirlerdi. Yahudilerden devşirme alınmazdı.
Bu çocuklar, saraya veya acemi ocağına alınmadan evvel sivil Müslüman Türk ailelerin yanında büyük bir itina ile yetiştirilerek, İslam terbiyesi görürlerdi. Dini bilgileri ve Türkçeyi öğrenirler daha sonra saraya yahut ocağa alınırlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre çeşitli devlet hizmetlerine tayin edilirlerdi.
Saraya alınan Enderun Mektebi'nde eğitim görürlerdi. Sarayda her koğuşun ve sınıfın fertlerinin kaydına mahsus defterler olup, bunların saray terbiyesi üzere yetişmeleri için her koğuşta lala tabir edilen hocalar vardı.
Sadrazamlığa kadar yükselen bu kişiler içinde devlete büyük hizmetler etmiş olanları çoktur. Sokullu Mehmed Paşa, Kuyucu Murad Paşa, Davud Paşa, Hadım Ali Paşa, Ferhat Paşa, Moralı Hasan Paşa, Kara Murat Paşa, Mimar Kasım Ağa bunlardan bazılarıdır. Devşirmeler içinde ihanet edenleri olduğu gibi, devşirme olmayıp da Müslüman ailelerin çocuğu olarak yetişmiş ve devletin en üst idaresine kadar gelmiş devlet adamlarının ihanetleri de oldukça fazladır.

12 Şubat 2015 Perşembe

Toplar Merasimle Dökülürdü

Osmanlı Drvleti'nde Tophane-i Amire'deki büyük fırınlarda toplar, merasimsiz dökülmezdi. Merasime padişah, sadrazam, ya da defterdar iştirak ederdi. Fırınların tavları döküm kertesine gelse de, bunlardan biri gelmedikçe döküm yapılmaz, iş bekletilirdi. Geldiler mi, hemen duaya başlanır, sonra işe girişilirdi. Döküm sona erdiği zaman, devlet hesabına, kasabbaşının gönderdiği on beş baş kurban kesilir, beş de top atılır, davet sofrasına geçilirdi. Merasime iştirak edenlere, makamına ve vazifesine göre, hediyeler dağıtılır, hil'atler (ya padişah ya da vezir tarafından verilmiş ağır kaftan) giydirilirdi.
Tophane Nazırı'nın hazırlattığı kırk sepet yemiş ile beş tabla çiçek, defterdar eliyle sadrazama, sadrazam eliyle padişaha takdim edilirdi.

Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerinden Fatih Sultan Mehmed Han'a Yardım

Hace Ubeydullah Ahrar'ın torunu Hace Muhammed Kasım anlatıyor: "Ubeydullah-ı Ahrar bir gün, öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi ve binip Semerkand'dan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tabi olup takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand'ın dışında bir yerde talebelerine: 'Siz burada durunuz.' dedi. Sonra atını Abbas Sahrası denilen yere doğru hızla sürdü. Mevlana Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha onu takip etti. Bu talebesi, gördüklerini şöyle anlattı: 'Hace Ubeydullah Ahrar Hazretleri ile sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.'
"Ubeydullah-ı Ahrar daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittini sordular. O da 'Türk sultanı Muhammed Han, (Fatih Sultan Mehmed) harp ediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardıma gittim. Allahü Teala'nın izniyle galip geldi, zafer kazanıldı.' buyurdu."
Hace Muhammed Kasım, babası Hace Abdülhadi'nin şöyle anlattığını nakletmiştir: "Anadolu'ya gittiğimde, Fatih Sultan Mehmed Han'ın oğlu Sultan İkinci Bayezid Han, bana babam Ubeydullah Ahrar'ın simasını ve şeklini tarif etti ve: 'O mübarek zatın beyaz bir atı var mı idi?' diye sordu. ben de tarif ettiği bu zatın, babam Ubeydullah Ahrar olduğunu ve beyaz bir atının olup, bazen ona bindiğini  söyledim. Bunun üzerine Sultan Bayezid Han 'Babam Fatih Sultan Mehmed Han bana şöyle anlattı:
"İstanbul'un fethinde muhasaranın en şiddetli bir anında, Şeyh Ubeydullah Hazretleri'nin imdadıma yetişmesini istedim. Şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir atın üstünde bir zat hemen yanıma geldi ve bana 'Korkma!' buyurdu. Ben de 'nasıl korkmayayım, bir türlü kale düşmüyor.' dedim. Elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. 'İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücum emri ver.' buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman mağlup oldu ve İstanbul'un fethi müyesser oldu." buyurdu.

11 Şubat 2015 Çarşamba

14'üncü Padişahtı, 14 Sene Padişahlık Yaptı

Sultan Birinci Ahmed Han, Sultan Üçüncü Mehmed Han'ın oğlu olup Osmanlı padişahlarının 14'üncüsüdür. Babasının vefatı üzerine 1603 senesinde padişah oldu. Saltanatta tam on dört sene kaldı ve 1617 senesinde vefat etti.

İstanbul'a Göç Yasak

Nüfus bakımından çok hareketli bir geçmişe sahip olan İstanbul, tarihte en çok göç alan şehirlerden biri olmuştur. Bugün de devam eden bu duruma engel olmak için Osmanlılar zamanında bir dizi yasaklar getirilmiştir. İstanbul'un fethinden sonra şehrin çeşitli mahalleleri Anadolu'dan getirilen göçmenlerle kurulmuştur. Mesela bugünkü Aksaray semtini Aksaray şehrinden gelenler kurmuş ve semt, ismini bunlardan almıştır. Bu gibi göçler öyle çok olmuş ki, şehrin nüfusu kısa zamanda ikiye üçe katlanmıştır.
1477 tarihindeki tespitlere göre şehrin nüfusu 100 bin idi. 1535'te bu rakamın 400 bin olduğu, 1550'de 500 bine yaklaştığı kaydedilmektedir. Hızla artan nüfus karşısında ortaya çıkan çok çeşitli sıkıntılar sebebiyle şehre yerleşmek için gelenlere artık izin verilmemiştir. Sadece devlet görevlilerinin ve ihtiyaç olabilecek kişilerin yerleşmesine izin verilmiştir. Bu sebeple göçün önüne geçmek için çok çeşitli yasaklar getirilmiş, hatta ziyaret için gelenlere bir çeşit "serbest dolaşma belgesi" olan "mürur tezkiresi" denilen izin belgesi verilmiş ve ziyaretçiler ancak bu belge ile şehirde dolaşabilmişlerdir. Bu belgeyi alanlar, şehirde işleri bittiği zamana veya taahhüt ettikleri vakte kadar kalıp sonra terk etmeye söz vermiş olurlardı. Terk etmeyenler eninde sonunda yakalanır ve geldikleri yere gönderilirdi.

10 Şubat 2015 Salı

Hükümdar Toprak Vermez

Yavuz Sultan Selim Han, Kırım'da bulunduğu sırada Mengli Giray'ın oğlu Mehmed Giray Yavuz'a:
"Sultan'ım, ihtimal ki yakında tahta çıkarsınız. O zaman Kefe vilayetini bize terk eder misiniz?" diye sordu.
Yavuz Sultan Selim ona şu ibretli cevabı verdi:
"Hükümdarlar, yalnız vilayet fetheder, ama vilayet bahşetmez. Size istediğiniz kadar altın ve gümüş veririm, lakin benden memleket istemeyin."

Hayvan Sevgisine İbretlik Örnekler


Osmanlı'dan günümüze miras kalan ve ayakta kalabilen eserlerin birçoğunun vakıf eserleri olduğu malumdur. Geçmişte yapılmış olan hastaneler, camiler, külliyeler, aşevleri ve kervansarayların çoğu birer vakıf eseridir. Birlik ve beraberliğin sağlandığı ve bütün varlıklara hizmet götürme düşüncesi etrafında şekillenen ve sosyal dayanışmanın bir tezahürü olan vakıflar, Osmanlı devrinde birçok hizmet görmüştür. konumuzla ilgili olması bakımından hayvanlar için yapılmış bu hizmetleri kısaca aktarmak gerekirse şunları sayabiliriz:
*Hayvanların bakım, barınma ve beslenmeleri için mirastan tahsis edilen paralar,
*Hasta hayvanların tedavileri için ve bunlar yararına oluşturulan vakıflar,
*Kediler için yapılmış kulübeler,
*Hayvanların beslenmesi için tahsis edilmiş uşaklar,
*Kasap ve lokantaların önünde sıraya girmiş hayvanlar,
*Sokak hayvanları için düzenlenen şiş kebap günleri,
*Her hafta kurulan pazarlarda varlıklı ailelerin kafesteki kuşları satın alıp özgür bırakma geleneği,
*Sokakta doğurmuş bir hayvan gördüklerinde hemen oracığa bir kulübe yaptırmak için yarışan insanlar,
*Yük hayvanlarına fazla yük yükletenler için çıkartılan fetvalar, bu hayvanlara aşırı yükten dolayı ıstırap çektiren insanlara aynı yükü taşıtarak ceza verilmesi,
*Dolmabahçe'deki kuş ve Üsküdar'daki kedi hastaneleri, cami ve mezarlardaki suluklar, kuş evleri, hatta mimari açıdan eşi ve benzeri bulunmayan kuş köşkleri...
Bu kadar çeşitliliğin yanında bir de sonbaharda geri dönemeyen ve bakıma muhtaç olan leylekler için kurulan merkezler çok ilgi çekicidir. 19. yüzyılda Bursa'da kurulan ve dünyada eşine rastlanmayan Düşkün Leylekler Evi (Gurabahane-i Laklakan), dünyanın ilk hayvan hastanesi özelliğini de taşımaktadır.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Mukaddes Emanetler İstanbul'a Nasıl Nakledildi?

Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması sonucunda Ravza-i Mutahhara'da bulunan Mukaddes emanetler de tehlikeye düşmüştü. Bu emanetler arasında Peygamber Efendimiz'e ve ashabına ait pek çok mukaddes eşya bulunmaktaydı. Ayrıca Osmanlı padişahları "Hadimü'l-Haremeyn" ( Mekke ve Medine'nin Hizmetkarları) unvanını aldıktan sonra her sene Ravza-i Mutahhara'ya çok kıymetli hediyeler gönderiyorlar ve bunların itina ile muhafazasını temin ediyorlardı. Madden ve manen paha biçilemez kıymette olan hediyelerin ve emanetlerin, isyancıların veya İngilizlerin eline geçme tehlikesi vardı. Fahreddin Paşa bütün mesuliyeti üzerine alarak, İstanbul'a gönderilmek üzere bu emanetlerin bütün vasıflarını gösteren zabıtlar tutturdu. Pek çok nüshası olan bu zabıtlar başta Fahreddin Paşa ve Şeyhü'l-Harem Ziver Bey olmak üzere toplam altı yetkili tarafından imzalandı. 30 parçadan oluşan; büyük elmaslar (Kevkeb-i Dürri), süslü şamdanlar, avizeler, kandiller, askılar, yelpazeler ve çok kıymetli yazma eserlerin de bulunduğu bu eşyalar, içleri teneke kaplı kutulara yerleştirilerek "Hazret-i Nebevi" damgasıyla mühürlendi. Şeyhü'l-Harem Ziver Bey başkanlığındaki bir heyetle 14 Mayıs 1917'de Medine'den, 2 bin askerin koruması altında trenle yola çıkarılan bu emanetler 27 Mayıs 1917'de sağ salim İstanbul'a ulaştırılmıştır.
Fahreddin Paşa, bu Mukaddes Emanetler'i İstanbul'a göndermek suretiyle bütün Müslümanlara büyük bir hizmette bulunmuş ve tarihin en büyük kıymete sahip bir hazinesini kurtarmıştır.
  









8 Şubat 2015 Pazar

En Uzun - En Şişman - En Kısa Vezirler

Gelip geçen bütün Osmanlı sadrazamları içinde, yedi asra yakın, en uzun boylu sadrazam rekorunu elinde tutan, Sokullu Mehmed Paşa'dır. Boyu iki metreyi aşardı. Bu yüzden de halk arasında "Tavil (uzun) Mehmed Paşa" diye anılırdı.
Şişmanlık rekoru ise, Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa'dadır. Ali Paşa öylesine "semiz" idi ki, çağının en büyük devletinde, aranıp taranarak, kendisini taşıyabilecek yapıda sadece iki at bulunabilmişti. Öbür atların, üzerine bindiği an, ayakları bükülüyor, belleri çöküyordu.
 Kısa boyluluk rekoru, Dördüncü Mehmed Han'ın sadrazamı İbşir Mustafa Paşa ile Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın sadrazamı "Şapur Çelebi" adıyla da ünlü Küçük Said Paşa'nın üzerindedir. Bu paşaların boyları, hemen hemen, saray cüceleri kadar bir şeydi.

7 Şubat 2015 Cumartesi

En Çok İktidarda Kalan Sadrazam

Sultan Birinci Murad Han devrinin ünlü kazaskeri, Vezir Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa'nın oğlu Ali Paşa, Selçuklu devri ve Cumhuriyet Türkiyesi de içinde olmak üzere, en çok iktidarda kalan başbakandır. Başbakanlığı (büyük vezirliği) 22 Ocak 1387'den 1406 sonlarında vefatına kadar aralıksız 20 sene sürmüştür.

"Beytü'l-mal Kirlenmesin"

Viyana kuşatması neticesi, kumandanlarından bazılarının ihaneti sebebiyle başarısız olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa hakkında idam hükmü verilip, infazı bir camide icra edilirken:
"Caminin halılarını toplayın, beytü'l-mal benim kanımla kirlenmesin.." demişti.

İlk Ve Son Defa Kılıç Kuşanan Padişahlar

Osmanlılarda hükümdarlık alameti, padişahın adına hutbe okunması, para basılması ve kılıç kuşanma merasimidir. İstanbul'da ilk kılıç kuşanan padişah Fatih Sultan Mehmed Han, kuşandıran ise, Ak Şemseddin Hazretleridir. Osmanlı hükümdarları arasında ilk kılıç kuşanan Sultan İkinci Murad Han olup, merasim Bursa'da yapılmış ve kılıcı Şeyh Şemseddin Emir Buhari kuşandırmıştır. Son kılıç kuşanan padişah ise Altıncı Mehmed Vahidüddin Han olup, kuşandıran Şeyh Ahmed Şerif Sünusi'dir.

6 Şubat 2015 Cuma

Aş Dağıtan Padişah

Osmanlı padişahlarının ikincisi Orhan Gazi, sefere gitmediği zamanlar, yaptırdığı imarette, yoksullara yemeği bizzat kendi eliyle dağıtırdı.

Yıldırım Bayezid Han İntihar Etti Mi?

Birçok tarihi hadisede olduğu gibi Yıldırım Bayezid Han'ın vefatı hususunda da magazin tarihçileri meseleyi çarpıtmaktadır.
Tarih kaynakları Osmanlı padişahlarının korku hissinden uzak olduklarında ittifak halindedir. Buna karşılık devlet ve milletleri için de çok büyük hassasiyetleri vardı. Mesela Ruhların Özi Kalesi'nde binlerce Müslüman'ı katlettiğine dair haber Sultan Birinci Abdülhamid Han'a bildirildiğinde kendisine felç gelmiş ve bir müddet sonra da vefat etmiştir.
Niğbolu kahramanı ve Osmanlı tarihinde Anadolu Türk birliğinin ilk banisi Yıldırım Bayezid Han da, nihayet esir düştüğü Ankara Muharebesi neticesinde Timur'un yanında üzüntüsünden hastalandı ve vefat etti. Peki, bu meselenin aslı nedir? Buna bakalım. Sekiz ay kadar esir kalan Bayezid'e Timur'un bir esir muamelesi yaptığı doğrudur. Fakat demir kafes hikayesi doğru değildir. Zira, bu hususta kaynaklarda ciddi bir kayda rastlamak mümkün değildir. Demir kafes meselesi, devamlı bulunduğu bir yer olarak değil, belki bir yerden bir yere giderken bindiği taht-ı revan olarak kaydedilmektedir. Diğer zamanlar, çok sıkı bir şekilde gözaltında tutulduğu muhakkaktır. Hatta, onu muhafaza eden nöbetçiler iki katına çıkarılmıştır.
Yıldırım Bayezid Han'ın vefatı hakkında üç rivayet vardır. Birincisi, hastalanarak vefat etmesi, diğeri, demir kafesin demirlerine kafasını vurarak, ya da parmağındaki bir yüzük içinde saklı bulunan zehri içerek intihar etmesi; bir diğeri ise Timur tarafından zehirlenerek vefat etmesidir, Bu rivayetlerden ilki, yani üzüntüden vefat ettiği en doğru olanıdır. Zira, demir kafes hakkında itibar edilecek bir kaynak olmadığı gibi, olmayan bir kafese kafasını vurarak vefat etmesi de söz konusu değildir. İkincisi, parmağında bulunan bir yüzükteki zehri içtiği rivayetidir ki, bu da doğru değildir.
Osmanlı tarihinde nice sıkıntılar içinde kalmış şehzadeler ve padişahlar olmuştur. Onların hiçbirisinin elinde bir yüzük içinde zehir taşıdıklarına dair ne bir kaynak ne de bunu doğrulacak bir bilgi mevcuttur. Yani, böyle bir yüzük hikayesinin tarihi gerçeklerle alakası yoktur.
Yıldırım Bayezid Han'ın oğlu Çelebi Mehmet tarafından kurtarılmak istendiği bilinmektedir. Lakin bu kurtarma teşebbüslerinden, Timur'un haberi olmuş ve Yıldırım Bayezid Han'ı daha sıkı gözaltına aldırtmıştır, Timur, bir gün Yıldırım Bayezid Han'a;
"Seni serbest bırakırsam, oğullarını itaat altına alabilir misin?" diye sorduğunda, Yıldırım Bayezid Han:
"Ben esaretten kurtulayım, onları itaat altına almasını bilirim." diye cevap verince, Timur'un endişesi bir kat daha artmıştı. Bu sebepledir ki, Timur'un Yıldırım Bayezid Han'ı daha sıkı bir hapis hayatına mahkum etmesi, onu iyice sarsmış ve hastalanmasına sebep olmuştur. İşte bu mevzuda birinci derecede delilleri haiz olan vefatı ise hastalığı sebebiyle olanıdır. Timur, ordusu ile Akşehir'e geldiği sırada (8/9 Mart 1403) vefat eden Yıldırım Bayezid Han'ın cenaze merasimi, hükümdarlara yapılan merasim ile Musa Çelebi tarafından Bursa'ya nakledilmiştir.
Yıldırım Bayezid Han; cesaret ve mertlikle eşine az rastlanan, bu iki hasleti neticesinde harbeden ve esir düşen, sonunda da kahrından hastalanıp vefat eden bir Osmanlı sultanıdır.

3 Şubat 2015 Salı

Eski Saray ve Yeni Saray Hangileridir ?

Eski Saray, İstanbul'un fethinden hemen sonra Topkapı Sarayı yapılmadan önce, şimdi İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu sahada inşa edilmişti ve devlet buradan idare edilmekteydi. Kısa bir zaman sonra, Sarayburnu'nda Topkapı Sarayı inşa edilmiştir. Bu sebeple önceki saraya Eski Saray sonradan yapılana da Yeni Saray denmiştir. Eski Saray bugün ortadan kalkmıştır. Topkapı Sarayı İstanbul'un en güzel yerinde hem Marmara Denizi'ne hem de Boğaza nazır bir yerde inşa edilmiştir. Sarayın inşasına 1465 tarihinde başlanmış ve 1478'de tamamlanmıştır.