10 Ağustos 2015 Pazartesi

BOĞDAN VOYVODASI PETRO RAREŞ'İN İHANETİ ÜZERİNE YAZILAN FERMANI

Kanuni Sultan Süleyman Han’a sadık ve itaatkâr olan, ayrıca vergisini aksatmayan Boğdan Voyvadası Petro Rareş, bir süre sonra Ferdinand’ın etkisiyle Osmanlı Devleti’ne olan bağlılığını kesmiş ve vergisini de göndermemeye başlamıştı. Osmanlı Devleti’ne dost olan Polonya Kralı Sigismund ile savaştı. Sultan’ın himayesi altındaki Venedik asilzâdesi Gritti’ye düşmanlık etmiş ve hatta katlinde de etkili olmuştu. Etrafına adamlar toplaması ve yaptığı yanlışlar, casuslar aracılığıyla Padişah’a ulaştı. Bu gelişmelerden sonra Kanuni Sultan Süleyman Han, Boğdan üzerine sefere çıkmak için hazırlık yapılmasını emretti ve sefere çıktı. Padişahın üzerine geldiğini öğrenen Voyvoda Petro, derhal bir elçilik heyeti gönderdi ve affını talep etti ancak Padişah gelen elçileri geri gönderdi ve bir nâme ile Kefe emiri Sinan Çelebi’yi de refakatçi olarak yanlarına kattı. Padişah yazdığı nâmesinde Petro’ya: “Fiillerinizde pek azgınlık ve hırçınlık olduğu için Boğdan seferini açtım. Yaptıklarınıza tövbeler etmek ve bir daha böyle bir harekette bulunmayacağınıza dair söz vermek ve eşiğime gelip yüz sürmek şartlarımı kabul ederseniz, belki o vakit kendinizi affettirmek için benden merhamet görebilirsiniz” diyordu.

7 Ağustos 2015 Cuma

SULTAN III. OSMAN DEVRİ VE BELLİ BAŞLI OLAYLARI

25. Osmanlı Padişahı ve 89. İslam Halifesi Cennet Mekan Sultan III. Osman Han, Sultan I. Mahmud Han’ın kardeşi olup; Sultan III. Mustafa’nın 1699 yılında Şehsüvâr Vâlide Sultan’dan doğma oğludur. Baş hocası Feyzullah-zâde İbrahim Efendi olan Sultan III. Osman, 2 yıldan biraz fazla sürecek olan saltanat tahtına, ağabeyinin vefatı üzerine 13 Aralık 1754 yılında oturdu. Şişman, asabi, ve geçimsiz bir devlet adamı olduğu ve sadrazamların hiç biri ile geçinemediği söylenmektedir. Sadrazamları arasında yer alan Hekimoğlu Ali Paşa, Yirmisekizçelebi-zâde Mehmed Said Paşa ve son sadrazamı Koca Mehmed Râgıp Paşa, gerçekten değerli devlet adamlarındandır.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

İstanbul'da Buz Köprüsü


9 Şubat 1621 günü İstanbul, tarihin en büyük kışlarından birini yaşamış ve Boğaziçi'nde deniz donmuştu. Öyle ki bugün, Beşiktaş ile Üsküdar arasında Boğaz'ın buzları üzerinden yürüyerek karşıdan karşıya geçilebilmişti. Şairler, bu akıllara durgunluk veren hadise için: "Yol oldu Üsküdar'a bin otuzda, bendeniz geçtim." şeklinde tarih düşürmüştü.

10 Mayıs 2015 Pazar

Rayların Altına Keçe Döşendi

Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın emriyle yapılan demir yolunda Medine-i Münevvere'ye yaklaşılmasından itibaren Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa(s.a.v.)'nın ruhaniyetinin rahatsız olmaması için çelik yerine ağaç traversler kullanılmış ve rayların altına gürültüyü önlemek için keçe döşenmiştir.

Tahtta En Çok Ve En Az Kalan Sultanlar

Osmanlı sultanları içinde tahtta en uzun kalan Kanuni Sultan Süleyman Han olup, 46 sene padişahlık yapmıştır.
En kısa kalan ise Sultan Beşinci Murad Han'dır. O da 93 gün padişahlık yapmıştır.

Dünyada Çiçek Aşısını İlk Defa Osmanlılar Kullandılar

Çiçek aşısı hakkında Tarih-i Cevdet Şunları kaydeder:
"Hafif çiçek çıkarmış olan çocukların kabarmış ve dolmuş olan çiçeklerinin suyunu alıp ve henüz çiçek çıkarmamış olan bir çocuğun kolunu çizip, o suyu sürerek aşı eyledikleri yerde bir kabarcık çıkıp, onunla ol çocuk nöbetini savuşturarak, çiçek hastalığından halas bulurdu."
Türkiye'de bulunmuş olan Lady Montagu, Miss Sarah Chiswell'e yazdığı mektupta aşıdan şu suretle bahsetmektedir:
"Hazır hastalıktan bahsetmişken size bir şey anlatacağım ki, onu okuyunca burada olmayı arzu edeceksiniz, bizde çok yaygın ve vahim olan çiçek hastalığı, burada aşı denilen bir ameliyenin icadı dolayısıyla tamamıyla zararsız bir hale getirilmiştir. Birçok ihtiyar kadınlar vardır ki, her sonbaharın eylül ayında sıcaklar hafiflediği zaman bu ameliyeyi yapmayı kendilerine iş edinmişlerdir. Ahali birbirine haber yollayarak, ailelerden birisinin çiçek aşısı isteyip istemediklerini sordururlar ve bunlar bir yerde toplanır."

3 Mayıs 2015 Pazar

İlk Osmanlı Tıp Okulu

Sultan İkinci Mahmud Han devrine modern ilk tıp okulu olan Tıphane-i Amire, Şehzadebaşı'ndaki Tulumbacıbaşı Konağı'nda kurulmuştur(14 Mart 1827). Tıphane-i Amire ile birlikte, savaşlar sebebiyle artan cerrah ihtiyacını karşılamak maksadıyla Cerrahhane-i Amire de açılmıştır. Bu tarihin öneminden dolayı modern tıp eğitiminin başlangıcı olan 14 Mart tarihi, ülkemizde tıp bayramı olarak kabul edilmiştir.

Abdülhamid Han'ın Ortadoğu Tedbiri

Sultan İkinci Abdülhamid Han, Ortadoğu'da meydana gelecek karışıklıkların farkındaydı. Bütün menfi şartları dikkate alan sultan, petrolün bulunduğu bölgelerin ve stratejik ehemmiyete sahip arazilerin maliye hazinesinden alınarak, Hazine-i Hassa'ya yani kendi hususi hazinesine dahil edilmesine ve bu şekilde koruma altına alınmasına karar verdi. Zaman kaybetmeden çıkarılan emirlerle bu araziler sultanın hazinesi olan Hazine-i Hassa'ya dahil edilerek Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın şahsi mülkü haline getirildi. Böylece petrol kaynayan bu araziler hem yabancılar tarafından satın alınmaktan hem de herhangi bir işgal durumunda, elden çıkmaktan korundu. Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın bu arazileri şahsi mülk haline getirerek sağladığı diğer bir fayda ise, bu arazileri devlet mülkü olmaktan çıkararak, Düyun-ı Umumiye'nin menfi durumlarından kurtarmasıydı. bunun neticesi olarak da, Düyun-ı Umumiye yerine Hazine-i Hassa'ya gelecek olan gelirleri Osmanlı coğrafyasına yapacağı hayır eserleri için kullandı. Bununla birlikte Sultan İkinci Abdülhamid Han çeşitli tarihlerde çıkardığı üç emir ile Musul ve Bağdat petrol, gaz madenlerinin araştırma ve çıkarma imtiyazını da Hazine-i Hassa'ya yani kendi şahsi emlakine dahil etmiştir.

22 Nisan 2015 Çarşamba

SOKULLU MEHMED PAŞA

Kıbrıs’ın fethi esnasında Venedik elçişi Barbaro memleketten çıkarılmayarak İstanbul’da bırakılmıştı. Elçi, Türk donanmasının 1571 yılıında İnebahtı’da mahvından sonra Osmanlı hükümetinin sulhe tarafdâr olup olmadığını ve haçlılara tâviz verip vermeyeceğini anlamak istediğinden mülakat esnasında Sokullu’yu yoklamıştır. Bunun üzerine veziriâzam Sokullu Mehmed Paşa ona şu tarihi cevabı vermiştir.
“İnebahtı muharebesinden sonra ceseratimizin sönmediğini görüyorsun. Sizin zayiatınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden Kıbrıs’ı alarak kolunuzu kestik. Siz ise, donanmamızı yok etmekle sakalımızı traş etmiş oldunuz. Kesilmiş kol yerine gelmez. Lâkin traş edilmiş sakal daha gür çıkar.”

21 Nisan 2015 Salı

II. ABDULHAMİT

Onun döneminde halkla birlikte bir modernleşme yoluna gidilmiştir. Şehzadeliğinde piyano ve Batı müziği dersleri almış ve keman çalmıştır. Modern bahçe bakımına ilgi göstermiştir. Sedef ve fildişi kakma, oyma ve süsleme işlerindeki maharetinin aynı sıra usta bir marangozdur. Antika koleksiyonuna sahiptir. Padişahın başka bir merakı da polisiye roman okumak daha doğrusu okutmaktı. Seyahat edemediği için bütün dünyaya ait seyahatnameleri tercüme ettirip okutmuştur. Fotoğrafçılığa merakı vardı, ama kendisinin fotoğraflarının çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. Saat tamirciliğinde ustaydı. Özenli ama sade giyinen padişah günde iki üç defa elbise değiştirirdi.

12 Nisan 2015 Pazar

Saniye Saniye Yangına Gidiş

Yangın söndürmeye giden tulumbacılar

Bugünkü itfaiye teşkilatımızın temelini meydana getiren tulumbacıların yangına gidiş ve gelişleri belli bir disiplin ve düzen içinde olurdu. Yangın haberi Galata ve Bayezid kulelerine gündüz bayrak, gece fener asılarak bildirilirdi. Kulelerden yangın yeri tesbit edilir ve 'köşklü' adı verilen görevliler tarafından mahalle bekçilerine ve karakollara bildirilirdi. Tulumbacıların reisi yangını haber veren köşklüye 'Oğlan mı, kız mı ?' diye sorardı. İstanbul yakası için 'oğlan', Beyoğlu yakası için 'kız' denirdi. Haberi alan tulumbacılar kısa bir sürede özel giysilerini giyip ikinci reisin emriyle Fatiha suresini okuduktan sonra yangın mahalline hareket ederlerdi. Yol süresince takım değiştirmek ikinci reisin emirleriyle belirli bir düzen içinde yapılırdı.
Yangına gidişte, mahalle sandıkları arasında büyük rekabet olurdu. Çünkü tulumbacılıkta en önemli şey yangını söndürmek kadar yangına ilk giden ve ilk dönen olmaktı. Uzak semtlerin sandıkları, koşularda semtin yerlilerini geçmeye uğraşırlardı. Geçilen takım, 'sandık kaptırma'ya uğramış olur, bu çok alçaltıcı kabul edilirdi.
Takımlar, gerek yangın yerine giderken, gerekse yangını söndürürken çeşitli naralar atarlardı. Meşhur sandıklardan Zindankapılılar: 'Düşmanına kelepçe vuran mini mini Zindanlı' ; Mevlevihanekapılılar : 'Hak yoluna döner Hazret-i Mevlevihaneliler' ; Fenerliler: 'Derede yüzer, karada gezer, dostu düşmanı gözünden sezer, böyle gelir böyle gider Fener uşakları' diyerek nara atarlardı. Yangını söndüren tulumbacılar dönerken hangi sınıf veya mahallenin tulumba ocağından olduklarını belirtmek için halkın kalabalık olduğu yerlerde "Haayt... Karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir yaman gider. Beyoğlu'nun yiğitleri bunlar!" gibi naralar atarlardı. Tulumbacılar tarafından kendilerine kurban hediye edilirdi. Bu kurbanın boynuzları yaldızlanır, bir süre bakıldıktan sonra da kesilerek ziyafet verilirdi. Ayrıca, mahalle halkı ve sigorta şirketleri de tulumbacılara bahşişler verir ve bunlar sandık mensupları tarafından pay edilirdi.

9 Nisan 2015 Perşembe

Bir Devre Adını Veren Çiçek: Lale


Göz alıcı renkleri ve güzelliğiyle İstanbul'un bir parçası haline gelen lalenin mevsimi Mart ayının sonlarından başlayıp Nisan ayının ortalarına kadar devam eder.
Lalenin İstanbul'da en güzel olduğu yerler Emirgan Korusu'yla Sultanahmet Meydanı'dır.
Avrupalıların, "tulipa" dedikleri lale ile tanışmaları Kanuni asrında olmuştur. Avusturya elçisi olarak İstanbul'a gelen Busbecq'in dönüşte götürdüğü lale soğanları sayesinde bi çiçek Avrupa'da yayılmıştı. Sonraki yıllarda ise Hollanda'da tam bir lale çılgınlığı yaşanmıştı. Bizde lale çiçeğinin en itibar gördüğü asır Sultan Üçüncü Ahmed'in saltanatı zamanındaki Lale Devri'dir (1718-1730).
İstanbul'da şehir zarafet ve nezaketinin en değerli unsurlarından sayılan lale etrafında, edebiyatın mimariye kadar geniş bir kültür oluşmuş, çiniler ve kumaşlar lale motifleriyle süslenmiştir. Hakkında çeşitli kitaplar yazılmış, yüzlerce türü yetiştirilmiştir.
Soğanlı ve otsu bir bitki olan lalenin ayrı bir yeri vardır. Ecdadımız, laleyi Orta Asya'dan getirmiş, yaşadıkları topraklara yaymıştı. Ebced hesabına göre 'lale' kelimesindeki harflerle "Allah" lafzındaki harflerin toplamı aynıdır.
Mazhar-ı ism-i Celal olmasa idi lale
Bulamazdı bu kadar rütbe-i vala lale
(Lale, eğer Hazret-i Allah'ın (c.c.) ism-i şeriflerine mazhar olmasa idi. bu kadar büyük bir rütbeye erişemezdi. )

8 Nisan 2015 Çarşamba

Padişahın Hediye Ettiği Kurbanlar

Osmanlı Devleti'nde "Ümera ve nüzzardan sadr-ı vüzera ve kibar-ı ulema ve rical-i ebed-bekaya" kurbanlık hediye edildiği gibi "nefs-i hümayun ve rical-i enderuna da erkan-ı devletten" kurbanlık takdim edilmekteydi. Bunların yanında padişah da kendisi için satın aldırdıklarıyla beraber devlet ricaline ve bendeganına hediye edilmek üzere de büyük miktarda koç aldırmaktaydı. Gerek tarih kitapları ve gerekse hatıratlarda, Kurban bayramlarında akraba, bendegan ve hayır müesselerine koç hediye etmenin kadim bie an'ane olduğunu görmekteyiz ki bu adet sarayda sa cari idi.
Satın alınan koçların miktarı ve fiyatı ağnam müdürü tarafından tesbit edilip tanzim edilen ilmühaberle saraya bildirilirdi. 1333 numaralı Cevdet Saray tasnifinde yer alan ilmühaberlerde geçtiğine göre, 1850 (1266) tarihinde Kurban Bayramı için toplam 204 kurbanlık alınmış olup bunların 114 tanesi "Enderun-ı Hümayun'da bulunan bazı bendegana i'ta" olunurken 90 tanesi ise "tekayaya" takdim edilmişti. 1851 (1267) senesinde ise satın alınan kurbanlıkların miktarı 213'ü buluyor, bunların 123 tanesi Enderun'a yine 90 tanesi tekkelere bağışlanıyordu. Padişah, kurbanlıklarını umumiyetle türbedarlar, müezzinler, cami hademeleri, fukara, mskinler, tekke şeyhleri, mevlevihaneler, medreseler ve dergahlara bağışlamaktaydı. Ayrıca sarayda padişah namına kesilen kurbanların etleri saray mutfağına girmez, bunlar da civarda bulunan fakir ve muhtaçlara dağıtılırdı.

Elmaslı Minare


Süleymaniye Camii'nin bir minaresi elmaslı minaredir. Bu muazzam cami yapılırken İran Şahı, Kanuni Sultan Süleyman'a bir çekmece dolusu elmas gönderdi. Parası biterse satıp camii tamamlasın diye. Koca Sultan Süleyman, İran elçisinin gözü önünde elmasları bu minarenin yapı taşları arasına harcın içine koydurttu. Bir rivayete göre de ayak yolu üzerindeki harcın içine kattırdı.

Her Şeyi İle Mükemmel Bir Sadrazam

Sadrazam Koca Ragıp Paşa (1698-1762), her şeyi ile mükemmel bir sadrazamdı. Hem sadrazam, hem şair, hem edip idi. Bu hususiyetlerini hayatının her safhasına yansıtmıştı. Öyle ki kullandığı mühür bile istif bakımından eşine az rastlanır cinstendi. Türk milletine binası ile beraber zengin bir kütüphane vakf ve hediye etmiştir. Bu kütüphane İstanbul'da Laleli yokuşunda Ragıp Paşa Kütüphanesi'dir ki, kitapların nadirliği bakımından da zengin bir kütüphanedir.

İlk Osmanlı Borçlanması

Osmanlı Devleti, dönem dönem mali krizler yaşasa da hiçbir zaman dışarıdan borç almamıştı. Kırım Savaşı'nın ağır masrafları Babıali'yi ilk defa hariçten borç para bulmaya mecbur ettiği için, 28 Haziran 1855'te Londra'da beş maddelik bir mukaveleyle İngiltere ve Fransa'dan beş milyon İngiliz altını borç almıştır. Osmanlı Devleti, ileride devletin temellerini sarsacak olan bu borç için %4 faiz ve %1 amortisman kabul etmiştir.

6 Nisan 2015 Pazartesi

Muhteşem Topkapı Hançeri


"Topkapı Hançeri" diye ün yapan bu zümrütlü  ve saatli hançer, 2/160 hazine envanter numarasıyla Topkapı Sarayı Müzesi Hazinesi'nde sergilenen en önemli eserlerden birisidir. 35 cm. uzunluğundaki hançerin kabzasının ön yüzünde 30-40 mm. ebadında, bombe tıraşlı (cabacon) üç adet iri zümrüt; arka yüzünde ise yeşil kabartma mine zeminde, minekari bezeme usulü ile yapılmış, meyvelerle dolu üç sepet resmi yer almaktadır. Kabza tepesine ise küçük bir saat yerleştirilmiş ve saatin üzerini sekizgen biçimde bir zümrüt ve çevresi altın yuvalı masa kesimli küçük elmaslarla süslü bir kapak ile örtülmüştür. Hançerin tabanı kendinden kabartma çizgili ve süslemesizdir.
Kını altın ve kum kakma zeminlidir. Bir yüzü, altın oyma tekniğiyle işlenmiş 1 ile 3-4 karatlık gül ve basamak kesimli elmaslarla bezemelidir. Kının bu yüzünün orta yerinde ve arka yüzeyinde de yine yeşil zemin üzerinde, beyaz bir sütun tarafından taşınan içi çeşitli meyvelerle dolu bir sepetten oluşan kabartmalı mine süslemeler yer almaktadır. Kının çamurluğunda küçük bir habbe biçiminde delikli zümrüt bulunmaktadır.

5 Nisan 2015 Pazar

İstanbul'un Merkezi

Eskiden "İstanbul" denildiğinde "Suriçi", yani İstanbul'un, etrafı surlarla kaplı kısmı kastedilmekteydi. Buraya aynı zamanda Nefs-i İstanbul (İstanbul'un Merkezi) denirdi. Bu surlar, Sarayburnu'ndan Haliç kıyısı boyunca Ayvansaray'a; Marmara kıyısı boyunca Yedikule'ye; oradan Topkapı'ya; Topkapı'dan da Ayvansaray'a uzanıyordu. Surların dışına çıktığımızda, bir bakıma Nefs-i İstanbul'dan veya Suriçi'nden çıkmış oluyoruz. Elbette bugün İstanbul denildiğinde çok daha geniş bir saha anlaşılmaktadır.
İstanbul'a bağlı Galata, Üsküdar ve Eyüp'ün üçüne birden "Bilad-i Selase" (Üç Belde) tabiri kullanılırdı. Hatta buralardan ve civar köylerden Nefs-i İstanbul'a gidileceği vakit "İstanbul'a gidiyorum" veya "İstanbul'a iniyorum" denilirdi.

Padişahların Cülus Merasimleri


İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı padişahları, Topkapı Sarayı'nın üçüncü kapısı olan ve "Babüssaade" diye anılan kapının önünde kurulan tahta oturarak padişah olmuşlardır. Padişahlığı İstanbul dışında ilan edilenler de mutlaka bu tahta oturup biat merasimi yapılarak padişah olurlardı.
Sabah namazını Ayasofya Camii'nde kılarak "cülus" denilen tahta oturma merasiminde bulunmak için başta Sadrazam, Şeyhülislam ve Nakibüleşraf, İstanbul'da bulunuyorsa Kırım Hanı, hükümet mensupları, kubbe vezirleri, kadıasker ve defterdar olmak üzere ileri gelen devlet ricali, yine İstanbul!da ise Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi ile bu vazifelerde evvelce bulunmuş olanlar ve Kaptan-ı Derya, Topkapı Sarayı'nın Birinci ve İkinci Kapısı'ndan (Bab-ı Hümayun ve Babüsselam) geçerek Üçüncü Kapı'nın (Babüssaade) önünde kurulmuş olan cülus tahtının önünde derecelerine göre yerlerini alırlardı. Yeni padişah Üçüncü Kapı'dan görününce Divan çavuşları evvela:
"Aleyke avnullah" (Allah'ın yardımı seninle olsun) diye alkış yaparlardı. Padişah tahta doğru yürürken bu sefer:
"Uğurun açık olsun, ikbalin füzun. Padişahım devletinle çok yaşa!" alkışı yapılırdı. Padişah ilk defa tahta oturunca ise:
"Maşaallah! Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!" şeklinde alkışlanırdı ki bu, zamanla halk arasında adet haline geldi.
Bayram tebrikleri de hemen hemen aynı şekilde olurdu. Padişahlar cuma selamlığı için at veya arabaya binmek için saray kapısından çıkarken:
"Uğurun hayrola, yaşın uzun ola; Allah, efendimize ömürler vere, devletinle çok yaşa!" alkışı yapılırdı. Camiden çıkarken de orada bulunanlar:
"Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var! derlerdi.

3 Nisan 2015 Cuma

Minyatürk Aslında Bir Osmanlı Projesi

Süleymaniye maketi dünyada bilinen ve kayda geçen ilk
sergi maketidir.
2003'te tamamlanarak ziyarete açılan Türkiye'nin ilk minyatür parkı projesinin (MİNİATURK), aslında bından bir asır evvel, Osmanlı devlet adamlarından Münif Paşa tarafından düşünüldüğü anlaşılmıştır. Bu proje hakkındaki bilgilerin yer aldığı Münif Paşa'ya ait el yazmaları, paşanın torununun damadı Dündar Akünal'ın hususi kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. Münif Paşa, İstanbul için düşündüğü "Minyatür Osmanlı Devleti Parkı" projesinin nasıl inşa edileceğini, içinde nelerin bulunacağını ve finansman meselesine varıncaya kadar bütün ayrıntılarını kağıda dökmüştür. Günümüzde dünyanın birçok şehrinde muhtelif şekilleri görülen bu fikrin, Münif Paşa tarafından bundan bir asır evvel düşünülmesi büyük devlet adamlığının nasıl bir ufuk ve vizyonla mümkün olabileceğinin çok açık bir delilidir. Bu proje Münif Paşa'dan bir asır sonra İstanbul'da hayata geçmiştir.

Osmanlı Padişahları Bir Şiire Sığdı

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında yaşamış olan Ahmed İzzet Paşa, Osmanlı padişahlarının tümünü bir şiirde şu şekilde anlatır:
Mehemmed, Mustafa dörder Murad adında beş sultan
Üçer hükmetti bu mülke Selim ü Ahmed ü Osman 
Süleyman, Bayezid, Abdülhamid, Mahmud ikişerdir
Birer Abdülmecid, Abdülaziz, İbrahim ü Orhan

Ahmed Badi Efendi de, Riyaz-ı Belde-i Edirne isimli eserinde ve diğer ilmi çalışmalarında kendisine büyük destek veren valinin padişahları saydığı dörtlüğüne, fetret devri padişahlarını ilave ederek şöyle bir nazire yapmıştır:
Mehemmed, Mustafa dörder Murad beş Al-i Osman'da
Üçer geldi Süleyman ü Selim ü Ahmed ü Osman
İkidür Bayezid, Abdülhamid, Mahmudu bir Musa 
Dahi Abdülmecid, Abdülaziz, İbrahim ü Orhan

Çırağan Vakası


Ali Suavi, Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı büyük bir kalabalıkla 19 Mayıs 1878'de Çırağan Sarayı'nı bastı. Sultan İkinci Abdülhamid'i tahttan indirmek ve hastalığı sebebiyle tahttan indirilip Çırağan Sarayı'nda bulunmakta olan Sultan Beşinci Murad'ı tekrar tahta geçirmek maksadıyla girişilen bu isyan başarısız oldu. İsyan sırasında, Beşiktaş İnzibat komutanı Hasan Paşa, askerleriyle asilerin üzerine yürüdü. Hasan Paşa, elindeki bastonu Ali Suavi'nin başına vurarak onu öldürdü. İki tarafta silah kullanınca kan döküldü. Bu hadise tarihe "Çırağan Vakası" olarak geçti.

Osmanlı'yı Osmanlı Yapan Ve Osmanlı'yı Yıkan Sebepler

Osmanlı'yı Osmanlı yapan İslam'a ve onun emirlerine bağlılık ve insanlığa hizmet şuuru idi. Dünyada yaydıkları adalet nizamı bunun en büyük delilidir. Tanzimat devrine gelinceye kadar hem padişahlar hem devlet adamları bu adalet nizamına sadakatte kusur etmemeye gayret etmişlerdir. Fakat ne zaman ki devlet adamları bu prensiplerden ayrılmaya başlayıp padişahlar yalnız kaldılar, o zaman yıkılmak kaçınılmaz olmuştur.
Sultan Abdülaziz Han gibi bir padişahı haklı hiçbir sebep yokken tahtından indirip bir komplo neticesi katletmeleri bu yalnızlığın ve yıkılışın tablosunu ortaya koymaktadır. Yine Sultan İkinci Abdülhamid Han gibi bir padişahı bir komplo neticesi tahtından indirip, milyonlarca kilometre kare toprağa hakim olan devleti, bir tarihçimizin dediği gibi "Konya ovasına sıkıştırdılar". Devlet öyle bir hale getirildi ki Sultan İkinci Abdülhamid Han 1909'da tahtından indirildikten sonra, devleti beş sene gibi kısa bir zamanda felaketin tam ortasına sürükleyip dokuz sene içinde de tamamen işgal altında bıraktılar.

31 Mart 2015 Salı

Osmanlı Padişah Anneleri Ve Hanımları Hakkında Yazılanlar Hayal Mahsülüdür

Osmanlı Devleti'nde saray kadınlarının menşe'leri ve fiziki hususiyetleri ön plana çıkarılmamış olmasına rağmen, bazı yazarlar siyasi ve maddi menfaat beklentisi ile yazdıkları eserlerinde bu hususları çokça işlemişlerdir. Şurasını unutmamak gerekir ki, onların yazdığı bu hususlar doğru bilgiler değildir. Çünkü bu bilgiler, yazarların kendi hayal ve fantezilerine dayanmaktadır. Bu hususta bir şeyler yazabilmek için elde orijinal kaynaklar ve vesikalar olmalıdır. Bizler biliyoruz ki, padişahların aile mahremiyetine ait ne bir vesika ne de bir kaynak mevcuttur.
Çünkü Harem'den dışarıya bir haber çıkması mümkün değildir. Osmanlı saray teşkilatının mükemmelliği hususunda bir şey söylemeye hacet yoktur. Dolayısı ile onların hayatlarına dair bilgiler umumiyetle mutad bürokratik muameleler veya merasimlerle ilgilidir. Mesela Gülnuş Valide Sultan'ın iki oğlu Şehzade Mustafa  ve Şehzade Ahmed; 1674'te sünnet olmuşlardır. Bu merasimi anlatan eserde, şehzadelerin annesi olan haseki sultanın veya babaanneleri olan valide sultanın adı hiç geçmemektedir.
Şurasını belirtmekte fayda vardır ki, ne ecdadımızın örfünde ne de İslam hukukunda, sünnet ve evliliklerde bu merasim ve düğünlere hanımların iştirak etmesine dair bir yasaklama yoktur. Ancak merasimler ayrı ayrı icra edildiğinden ve bu merasimleri mevzi edinen eserlerin müellifleri de sadece padişahın iştirak ettiği yani erkeklerin bulunduğu merasimleri mevzu aldığından bu çeşit eserlerde hanımlar zikredilmemiştir.
Bu gerçeklerden hareketle onların fiziki görünüşleri ve davranışlarıyla ilgili yazılanlar bazı müelliflerin şahsi düşünceleridir.

Osmanlı Çağında Adalet

Osmanlı memleketlerinde tam bir vicdan hürriyeti, adalet ve tebea arasında müsavat hüküm sürerdi.Bunu görmüş olan M. Thevenot adlı Fransız seyyahı şunları anlatır:
"Burada herkes devlet kapısına başvurur ve hangi sınıftan veya din ve mezhepten olursa olsun şikayeti veya davası dinlenir. Bir fakir, bir vezirden adalet isteyebileceği gibi, bir Musevi, bir  Müslümanda olan hakkını isteyebilir. Bu işler ise, hiç sürüncemede kalmadan hallolunur, borçlu borcunu derhal öder, katil hemen cezasını görür ve hiçbir dava bir hükme bağlanmadan dört-beş günden fazla devam etmez. Bunun için hiç kimse bir adaletsizlikten korkmaz. Yalnız, adaleti yerine getirecek olanlar bir haksızlık yapmaktan korkarlar. Çünkü bunu, canlarıyla ödemek zorunda kalabilirler."

30 Mart 2015 Pazartesi

Bayezid Külliyesi


Bayezid Külliyesi; cami, imarethane, sıbyan mektebi, tabhaneler, medrese, hamam, kervansaray ve türbelerden oluşmaktadır. Daha önce yapılmış bulunan Fatih Külliyesi'nden farklı olarak külliye görünümünden uzak, dağınık bir şekilde inşa edilmiştir. Yapı, büyük bir kubbe ve ona bitişik iki yarım kubbe ile örtülmüştür. Bunların iki yanındaki dörder yan kubbe de üst örtüyü tamamlamaktadır. Merkezi kubbe 16,78 metre çapındadır. Son cemaat yeri, altı sütunun taşıdığı yedi kubbelidir. Mihrap ve minber mermerden yapılmış olup, oymalı ve kabartmalıdır. Minberin sağında renkli on sütun üzerine oturtulmuş hünkar mahfili, sağda sa sekiz sütunun taşıdığı müezzin mahfili bulunmaktadır. Caminin şadırvanı Sultan Dördüncü Murad döneminde yapılmıştır.

29 Mart 2015 Pazar

Padişahlarda En Uzun, En Kısa Ömürler

En uzun ömürlü Osmanlı hükümdarı Sultan Orhan Gazi olu 79 yaşında vefat etmiştir. Sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han gelir. O da 76 yıl yaşadı. Üçüncü sırada, Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han 74 yıl ve dördüncüde ise Kanuni Sultan Süleyman Han 72 yıl ömür sürmüştür.
En kısa ömürlü padişah, 19 yaşındayken boğdurulan Genç Osman (İkinci Osman)'dır.
Vefat eden en kısa ömürlü padişah ise Sultan Birinci Ahmed Han'dır. 28 yıl.
Zehirlenerek öldürülen Fatih Sultan Mehmed Han'dır.
Boğularak idam edilenler: Genç Osman (İkinci Osman), Sultan İbrahim, Üçüncü Selim, Dördüncü Mustafa Han'dır.
Bir suikast sunucu katledilen, Sultan Abdülaziz Han'dır.

10 Gün İçinde Yapılan 3500 Metre Uzunluğundaki Köprü

Kanuni Sultan Süleyman'ın Zigetvar seferi sırasında, Drava Nehri Üzerindeki köprünün yıkılmış olduğu görüldü. Halbuki sefer halinde bulunan büyük Türk ordusunun mutlaka bu nehri geçmesi lazımdı. Bunun için Sultan Süleyman, hemen büyük bir köprü yapılmasını emretti.
Türk mühendisleri işe giriştiler. Kısa zamanda köprü tamamlandı. Bazı kaynaklar 3500 ile 3600 metre arasındaki uzunluğa sahip bu köprünün 8-10 günde tamamlandığını kaydederler.

Müslüman Hintli Askerler Böyle Aldatıldılar

Çanakkale savaşlarında İngilizlerin sömürgelerinden ve bilhassa Hindistan'dan getirdikleri askarler, Müslüman Hintlilerdi. İngilizler bu Müslüman askerler için gemileri cami haline getirmişlerdi. Hatta Müslüman askerlere beş Vakit namaz kıldırıp oruç tutturmaktaydılar. İngilizler Müslüman askerlerin her türlü ihtiyaçlarının karşılıyor, elbiselerine, yiyecek ve içeceklerine çok büyük özen gösteriyorlardı. Öyle ki, bu Müslüman Hintli askerler kiminle savaştıklarının bile farkında değillerdi. Bazı istihbarat raporlarında yazılı olduğuna göre İngilizler onları: " Siz sadece Almanlarla savaş edeceksiniz!" diye kandırılıyorlardı. İngilizler, Müslüman askerler aldatıldıklarını anlamasınlar diye çok sıkı tedbirler de almışlardı. Adeta dünyayla alakaları kesilmiş gibiydi. Osmanlı Devleti de aldatılmış bu Müslümanları ikaz etmek için uçaklardan Arapça ve Hint lisanı ile yazılmış kağıtlar atarak onların esasen Halife-i Müslimin ve onun ordusuna karşı savaşmaya getirildiklerini anlatmaya çalışıyordu.

İlk Devir Osmanlı Arşivleri Yandı

Osmanlı tarihinin Fetret Devri'nden (1402-1413) önceki tarihler üzerindeki bilgi eksikliğimizin sebebi, 1402'ye kadar toplanan Osmanlı arşivinin, Timur ordusunun Bursa'yı yağması sırasında yakılmış olmasıdır.
Bilhassa İstanbul'un fethinden sonraki devirde en küçük bir hadise bile kayda geçmiş, zaptedilmiş, böylece Türkler kendi tarihlerini başkalarından öğrenme durumundan kurtulmuşlardır. Sadece İstanbul arşivlerinde 150 milyondan fazla vesika mevcuttur.
1931 senesinde ise, bu paha biçilemez milyonlarca Osmanlı belgesi vagonlara doldurulmuş, hurda kağıt olarak Bulgarlara satılmıştır.
Türkçe vesikalar dışında, yabancı dillerde yazılmış olan vesikaların çoğu da akıl almaz derecededir. Sözgelimi, Dubrovnik gibi küçücük bir kasabanın arşivinde, Türklerle ilgili, Latince ve Türkçe belgelerin sayısı dokuz bin olarak kaydedilmektedir.

28 Mart 2015 Cumartesi

Osmanlılar Fethettikleri Yerlerin Dilini ve Dinini Neden Değiştirmedi?

Bir toplumun dilini zorla değiştirip onlara başka bir lisanı dayatmak zulümdür. Osmanlı Devleti böyle bir şeye teşebbüs etmemiştir. Fakat ne olmuştur. Farklı ırklara mensup insanlar herhangi bir zorlama olmadan, zamanla Türkçeyi öğrenmişlerdi, kendi dillerini de muhafaza etmişlerdir. Türk unsurunun yaşadığı yerlerde, Arap coğrafyasından Macaristan'a kadar birçok bölgede Türk dilinin etkisini görmek mümkündür. Bugün Mısır'a gittiğinizde halkın lisanında yüzlerce Türkçe kelimenin yaşadığını görebilirsiniz.
Din tarafına gelince, Osmanlı Devleti yaptığı seferleri "İ'la-yı kelimetullah", yani Allah'ın dinini yaymak için yapmıştır ve İslam dinini de çok güzel bir şekilde yaymıştır. Fakat dinde zorlama yoktur. Osmanlılar kimseyi, hiçbir kavmi, topluluğu zorla Müslüman yapmamışlardır. Osmanlı adaleti, Müslümanların temiz ahlak ve davranışları gayrimüslimlerin de zamanla İslam'la şereflenmesine vesile olmuştur. Bugün Arnavutluk'ta, Bosna'da, Kosova'da vs. birçok yerdeki Müslümanlar bunun delilidir. Osmanlı tarih kaynakları ve Osmanlı Arşivi'ndeki vesikalar bize, yüz binlerce gayrimüslimin İslam'la şereflendiğini göstermektedir. Bu sadece Balkanlar için sınırlı değil, bilhassa Afrika ve Ortadoğu'da 400 yıl kalan Osmanlı Devleti değil de başka bir devlet olsaydı belki Müslüman ülkelerin sayısı parmakla gösterilecek kadar az olurdu.
Eserlere gelince sadece Balkanlar'ı incelerseniz Osmanlı'nın binlerce eserini görürsünüz. Üç kıtada hükmettiği toprakların Osmanlılar, medeniyet eserleriyle adeta süslemişlerdir. Sömürmediği içindir ki, yüzyıllarca insanlar buralarda huzur içinde yaşamışlardır.
Bugün bazı dillerin yaygın olmasının sebebi, bu dilin yayıcısı devletlerin insanlığa hizmet ve medeniyet götürme gayesiyle olmayıp, tamamen sömürme ve zenginlikleri kendileri için kullanabilme gayesiyle olmayıp, tamamen sömürme ve zenginlikleri kendileri için kullanabilme gayesi içindir.
Bu devletler, gittikleri yerlerde sömürgeci bir zihniyet ile hareket etmişler, üstüne çöreklendikleri toprakların sadece tabii zenginliklerini sonuna kadar sömürmekle kalmamışlar, bu topraklar üzerinde yaşayan yerli halkın dilini ve dinini de bu devletlerin hareket ve düşünce tarzı tamamen biribirinden farklıdır, kabil-i kıyas değildir.
Şunu da unutmamak lazımdır ki Osmanlı Devleti adaletle ve hakkaniyetle dört asır dünya hakimiyetini elinde bulundurmuştur. Bugünkü devletlerin dünya hakimiyeti ise daha 50-60 yıllıktır.  

Osmanlı'nın Hoşgörüsü

"Biz, Osmanlıların idareleri altında yaşayan azınlıklara tanıdıkları hakları, ne anavatanımızda ne de müstemlekelerimizde bulunan yabancılara veririz. Osmanlılar, İslami bir çerçevede bu azınlıkları, onların din ve anneannelerine asla dokunmadan ve müdahale etmeden, Osmanlı Devleti'ne fayda temin edecek elemanlar haline getirmişlerdir. Bir Ermeni, bir Rum veya Arap asıllı bir kimse, devlet, servet ve şöhret sahalarında Anadolu bir Türk'ten farklı mütalaa edilmez. Oysa bir Fransa'da Musevi asıllı bir kimse ile, Cezayirli bir kimsenin değil Başbakanlık (Osmanlılarda sadrazamlık), bakanlık koltuğuna oturmasına müsamahakar olamayız."

Osmanlı Sömürgeci Bir Devlet Midir?

Osmanlı'nın idaresinde sömürgecilik mefhumu yoktur. Devletin son gününe kadar olmamıştır da. Sömürgeci, bir başka milleti askeri işgal altına alan, ekonomik bakımdan sömüren ve bu sömürüyü devam ettirmek için o milletin manevi ve kültür dünyasını da yok etmek isteyen işgalci demektir.
Başka milletler Cezayir, Filistin, Vietnam, Tayland, Kamboçya, Hong Kong ve bazı başka ülkelerde ekonomik sömürü bir tarafa, o milletlerin tarih arşivlerini bile zaptetmişlerdir.
Fransızlar, Cezayir Milli Arşivi'ni beraberlerinde götürmüşlerdir ve hala iade etmemişlerdir. Dillerini mecburi kılmışlardır, köklerini unutsunlar diye...
Osmanlı 500 senelik fütuhat devrinde fethettiği ülke insanlarının dillerine, dinlerine ve geleneklerine hiç ama hiç karışmamıştır.
Osmanlı onların dillerini öğrenmiştir, ama fethettiği yerlerdeki milletlerin lisanlarını değiştirmeye kalkmamıştır.
Osmanlı, Anadolu'nun iktisadi gücünü Avrupa'ya, Arabistan'a ve Afrika kıtalarına yatırmış ve kendini feda etmiştir.
Tarihçi Malet "Orta Çağ" isimli eserinde. "Osmanlı fütuhatı zamanında bir Sırp, Bulgar ver Yunan hükümetleri olmamıştır; ama Türkler o milletlerin sosyal varlıklarına hiç dokunmadıkları içindir ki, bağımsızlıklarını kazanınca onlar kolayca milli devlet haline gelebilmişlerdir." diye yazar.
Ne var ki biz kendi tarihi azametimizi yabancılardan öğrenmeye abone olduktan sonra ve milli tarih tembelliğimiz de bu hayata eklenince, tarihi inkar ederek onların haksız suçlamalarını hakikat olarak kabullenmişizdir.

27 Mart 2015 Cuma

Osmanlı'da Valide Sultanlık

Valide sultanlık ünvanı ilk olarak Sultan Üçüncü Murad Han tarafından validesi Nurbanu Valide Sultan'a verilmiş ve sonra devamlı kullanılmıştır.
Müslüman olmayan valide sultan yoktur. Valide sultanların hepsi hayır ve hasenatı seven, takva sahibi hanımlardı.
Bir şehzade dünyaya getiren padişah hanımı, oğlu tahta çıkıncaya kadar "kadınefendi" veya "haseki" ünvanı ile anılırdı.
Harem-i Hümayun'un en yüksek makamı "Valide Sultanlık" makamıydı. Devlet üzerinde etkileri olsa da siyasetle uğraşanları yok denecek kadar azdı.
Padişah tahta geçtiğinde annesi, hayatta ise Bayezid'de bulunan Eski Saray'dan Yeni Saray'a, yani Topkapı Sarayı'na taşınırdı. Valide sultanın Yeni Saray'a gidişi "Valide Alayı" diye adlandırılan büyük bir merasimle yapılırdı.
Valide sultanın haremde geniş bir hizmetli kadrosu vardı. Haremi, hazinedar usta vasıtasıyla idare ederdi. Padişahın hanımlarının, kendisine çok yakın aile fertlerinden kadın olanların ve cariyelerinin bulunduğu yer olan Harem Dairesi'ne saraya mensup olmayan yabancı kadınlar dahi girmezdi.
Valide sultanların mali işlerini idare etmek için bir kethüda (kahya) tayin olunurdu. Valide sultanlara darphane bütçesinden belli bir kısım ayrılır; bu gelire "başmaklık" denilirdi.
Osmanlı padişah annelerinden 21'i oğullarının padişah olmasına yetişerek "Valide Sultan" olmuştur.
Valide sultanın vefatını takip eden kırk gün boyunca vezirler kabrini ziyaret ederdi.
Şayet padişah, valide sultandan önce vefat ederse valide sultan diğer emekliler gibi Eski Saray'a gönderilirdi.

Ayasofya'nın Minarelerinin Bir Tanesi Neden Farklı?


Ayasofya, İstanbul 29 Mayıs 1453 Salı günü (20 Cemaziyelevvel 857) fethedildiğinde usulden olduğu üzere fethin nişanesi olarak camiye çevrilmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han, tarihlerin kaydettiğine göre binanın kubbesine kadar çıkmış. Ayasofya'da ilk Cuma namazını kıldıktan sonra camiyi kendi hayratından olarak vakfetmiştir. Yanına bir de medrese yaptırmıştır. Bu sırada ilk minare de binanın batı tarafındaki kuleciklerden güneydekinin üstünde ahşap olarak inşa edilmiştir. Bu minare 1574 yılına kadar durmuş ancak bu tarihten sonra kaldırılmıştır. Caminin güneybatı köşesindeki tuğla minare ise Sultan İkinci Bayezid Han (1512-1520) zamanında yapılmıştır. Güneydoğu köşesindeki minare ise Mimar Sinan yapısına benzemekte olup Sultan İkinci Selim Han zamanında yapıldığı anlaşılmaktadır.
Caminin etrafına binaya destek veren ve binanın çökmesini önleyen payandalar da Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Camiye Sultan Üçüncü Murad Han zamanında kuzeydeki iki minare ilave edilerek dört minareli hale getirilmiştir.

22 Mart 2015 Pazar

Esaretten Çalışarak Kurtulan Bizanslılar

İstanbul'un fethi sırasında esir düşen Bizans askerleri sonradan şehrin tamirinde çalıştırıldılar. Bunlara 6 akçe gündelik verildi. Tamir işlerinin bitiminde, esir askerler, biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın aldılar.

Ramazan-ı Şerif'te İşsiz Kalan Hayır Cemiyetleri

Ramazan-ı Şerif geldiğinde, herkes hayır yapmak için mücadele verdiğinden, hayır müesseseleri çoğu zaman işsiz kalırdı. Yani hayır yapacak fakir fukara bulamazlardı. Başta devlet adamları, zenginler ve hasılı herkes imkanı nisbetinde hayra koşmaya daha bir başka ehemmiyet verirdi.
Zengin fakir bu ayda aynı nimetlere nail olurdu. Konaklar, kimin olursa olsun, hangi makamın sahibi bulunursa bulunsun istisnasız her akşam mükellef sofralar hazırlatır, herkes bu sofralara izinsiz dahil olurdu. Konakların kapıları Ramazan boyu açık olur ve hiç kimseye niçin geldin diye sorulmazdı.
İftara dahil olmuş hususi davetlilerin haricindeki müsafirler yedikleri yemekten dolayı "diş kirası" adı ile yüklü bahşişler de alırlardı. Diş kirası vermek en büyük haslet idi. Bu adeti yapmak için zenginler yarışırlardı. Diş kirası: "Yemeğini yemiş olan müsafire; konağında yemek yiyip, konak sahibinin sevap işlemesine vesile olduğu için teşekküren verilen bir hediye" dir.
Osmanlılar zamanında, Ramazan boyunca aldığı diş kiraları ile, gelecek Ramazan'a kadar geçinen insanların olduğu kaydedilmektedir.

19 Mart 2015 Perşembe

Ramazan-ı Şerif'in İlanı Merasimle Olurdu

Osmanlılar zamanında Ramazan-ı Şerif'in ilanı büyük bir merasimle olurdu. Ramazan-ı Şerif ayının başlama günü İstanbul Kadılığı tarafından tesbit edilirdi. Bu tesbit yani Rü'yet-i Hilal denilen, ayın görülmesi ile oruca başlanırdı. Ayın görülmesinin tesbiti için İstanbul Kadılığı tarafından Şehzade Camii'nde memurlar vazifelendirilirdi.
Şaban-ı Şerif'in 29. günü Hilal gözlenmeye başlanır, eğer görülmezse Şaban ayı 30 kabul edilir ve bu otuzuncu gün "yevm-i şekk" yani şüpheli gün diye kabul edilirdi.
Kadılığın tayin ettiği memurlar Hilali gördüklerine dair şehadette bulunurlar ve en az iki kişinin şahitlik etmesi ile de Ramazan-ı Şerif ilan edilirdi. Şaban ayının 29. günü Şeyhülislam kapısında toplanılır ve burada gelen şahitler çok titiz bir şekilde sorgu-suale tabi tutulur ve kesin kanaat hasıl olunca mahkemenin sicil kaydına yazılırdı. Diğer bir ilan da sadrazam ve padişaha gönderilir ve Ramazan-ı Şerif'in başladığı bildirilirdi.

18 Mart 2015 Çarşamba

Sultan Dördüncü Murad'ın Müthiş "Darp Atışı"

 
Sultan Dördüncü Murad Han'ın okçulukta da büyük bir rekoru bulunuyor. Devrin büyük padişahı bu rekorunu. "darp atışı" adı verilen kalın cisimleri okla delmede elde etti. Hint İmparatoru Timuroğlu Şah Cihan'ın, elçisi Emir Zarif Bey ile hediye olarak gönderdiği ve "Ok işlemez ve kılıç kar eylemez!"diye övülen, fil kulağından yapılma ve üzeri gergedan derisiyle kaplı son derece kavi kalkanı Sultan Murad Han, Musul'da yapılan merasim sırasında elçinin gözleri önünde bir ok atışıyla delmişti. Darp atışlarında son derece usta olduğu bilinen Sultan Murad Han, yine ok atışlarıyla delik deşik ettiği 12 zırhı da Kahire Kalesi'nin kapısı üzerine astırmıştı.

4 Mart 2015 Çarşamba

Kimin Düğünü Daha Güzel?

Kanuni Sultan Süleyman şehzadelerini sünnet ettirdiği sırada oldukça görkemli bir düğün yaptırır. Ondan daha önce vezir Makbul İbrahim Paşa da muhteşem bir düğün yaptırmış ve bu düğüne Kanuni Sultan Süleyman'ı da davet etmiştir. Sultan bir vesileyle İbrahim Paşa'ya: "Senin düğününle benim düğünümü nasıl buluyorsun? Hangisi daha güzel oldu?" diye sormuş. İbrahim Paşa "Benim düğünüm daha güzel oldu." demiş. Padişah şaşkın bir şekilde sebebini sorunca paşa:
"Efendim, benim düğünümü sizin gibi bir cihan padişahı şereflendirdi. Sizin düğününüze böyle bir kimse geldi mi?" cevabını vermiş.

3 Mart 2015 Salı

Cuma Günleri Hayvanları Kullanmak Yasak

Osmanlı arşivinde yer alan bir vesika, eskiden hayvan haklarına verilen önemi gözler önüne seriyor. Vesikada şöyle diyor:

“İhtisab Nezareti’ne; Malumları olduğu üzere odun, toprak ve tuğla nakletmekte olan beygir ve merkeplerin Cuma günlerinde kullanılması ve boş oldukları halde binilmesi yasak olup bu hayvanların semerleri üzerine demir çivi gibi şeyler konulmakta ve sakat olan beygirlerin ayaklarına bez ve meşinler sardırılarak gerekli tedavileri yapılmakta idi. Fakat bugünlerde bu usul yerine getirilmeyip zikrolunan hayvanlara Cuma günlerinde binilmekte ve tedavilerine riayet edilmemekte olduğu haber alınmış ve bu durum merhametsizlik olarak görülmüştür. Bundan sonra eski yasağın uygulanması, bu gibi hayvanların Cuma günlerinde kullanılmaması, boş oldukları halde binilmemek üzere semerleri üzerlerine demir çiviler koydurulması ve içlerinde sakat olmuş olanların ayaklarına bezler meşinler sardırılarak gerekli tedavilerine itina ve dikkat olunması hususları için gereken esnaf kethüdalarıyla sair icap edenlere sağlam ve tesirli tembihlerde bulunulması ve bununla beraber uygunsuz haller vukua getirilmemesi için dikkat edilip gerekli kontrollerin yapılması hususlarının tarafınızdan bildirilmesi Meclis-i Vala’da müzakere edilmiştir. Gerçekten de bu yazılan hususlar itinaya değer maddelerden olup bu konuda gerekli kontrollerin yapılması icap etmekte olduğundan belirtildiği üzere gereğinin güzel bir şekilde yerine getirilmesi sizin himmetlerinize bağlıdır.”

2 Mart 2015 Pazartesi

Mostar Köprüsü


Mostar Köprüsü Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin Mostar şehrinde Neretva Nehri’nin üzerinde 1566 senesinde Osmanlılar zamanında Mimar Sinan tarafından yapılan, dünyanın sanat bakımından en müstesna taş köprüsüdür.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devleti sınırları içine giren Bosna-Hersek’te cami, medrese, kervansaray ve köprü gibi mimari değeri de yüksek pek çok hayır eseri yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a Neretva Nehri üzerine yaptırılan “Mostar köprüsü” de bunlardan biridir. Yapım harcında yumurta ve keçi kılı kullanılan, tek kemerli, iki ayak arası 28.59 metre genişliğinde olan hilal şeklindeki köprünün yüksekliği 20 metredir. Taş korkulukları arasındaki genişlik 4.05 metredir. Üst döşemesi düz olmayıp kademelidir. Bu hususiyetiyle köprüden yayalar ve arabalar rahatlıkla geçebilmektedir. Zamanla köprünün üst ve diğer kısımlarında bazı değişiklikler yapılmıştır. Mostar Köprüsü, “Büyük Köprü” ismiyle de bilinmektedir.
427 yıl boyunca zelzelelere, sellere ve İkinci Dünya Savaşı’na direnerek İslam dininin ve Osmanlının sembolü olan hilali, beş asırdır Avrupa’nın ortasında bütün mimari zarafet ve güzelliğiyle koruyabilen köprü, iç savaşa yenik düştü. Hırvatların Bosna’ya yardım götüren bütün yolları ve köprüleri devreden çıkarma planı gerekçesiyle Mostar Köprüsü’de 9 Kasım 1993’te bombalandı ve Neretve Nehri sularına gömüldü. Böylece Hırvatlar burada sadece taştan yapılmış bir köprüyü değil, asırlardan beri buradan geçen milyonlarca insandan geriye kalan hatıralarla, pek çok mimara ilham kaynağı olan sanat eserini de yok ettiler. Avrupa topraklarında Müslümanlara ve İslami eserlere tahammül edemeyenler, Haçlı zihniyetiyle her şeyi ortadan kaldırma gayretindedirler. Kendi tarihi eserlerinin korunmasında gayet insani davrananlar, İslami eserlere karşı gaddar, barbar ve hain olmaktadırlar.
Mostar Köprüsü’nün yıkılışı Bosna’daki savaşın hiçbir sınır ve kaide tanımayışını ortaya koymuştur. Fakat asıl mühim olan sanat için çırpındığını ilan eden milletlerin susması ve bunu yıkan bir kavmin kendi memleketini bile düşünmekten aciz oluşudur. Bunlar medeniyet adına barbarlık yapan, geleceği olmayan, hissiz, sanat zevkinden mahrum milletlerdir.



22 Şubat 2015 Pazar

Padişahların Günlük Programları Nasıl Olurdu?

Padişahların 24 saati nerede olursa olsun ibadetle başlar, ibadetle biterdi. Padişahlar sabah çok erkenden yani güneş doğmadan en az 1,5 saat önce kalkar, güneş doğuncaya kadar ibadet ederlerdi. Bundan sonra bahçede kısa bir gezinti yaparlardı.
Sabah kahvaltısı tabla ile getirilirdi. Kahvaltı malzemeleri Enderun denilen iç sarayda kiler odasında saklanır ve kilercibaşının nezaretinde hazırlanır, çaşnigirbaşı vasıtasıyla da padişaha takdim olunurdu.
Padişahlar eski anane gereği günde iki kere yemek yerlerdi. Bunun biri kuşluk vakti denilen sabah ile öğle arasında saat 10:00 - 10:30 sularında, öbürü de ikindi vaktinde idi. Daha sonra yemekler üç öğün olduğu zamanlar da oldu. Padişah, kahvaltıdan sonra Harem Dairesi’nden çıkarak Enderun’daki Hasoda’ya gider, burada çeşitli hüner sahipleriyle meşgul olurdu.
Toplantı günlerinde ise Kubbealtı’nda kendisine ait yerde toplantıyı takip ederdi. Toplantıdan sonra Arz Odası’nda sadrazam, kaptanpaşa, yeniçeri ağası, defterdar ve kubbe veziri gibi resmi devlet adamlarını kabul ederek devlet işlerini görüşürdü. Toplantı zamanı değilse, resmi devlet adamlarının saraya davet edilmesi ancak fevkalade günlerde olurdu.
Bundan sonra öğle namazı kılınır ve ardından da öğle yemeği yenirdi. Bu yemek, sarayda “Kuşhane” denilen hususi bir mutfakta, haremle dışarısının bağlantısını sağlayan Zülüflü Baltacılar Ocağı mensuplarından Kuşçu denilen aşçılar tarafından ve çaşnigir (tadıcı) nezaretinde pişer ve kapalı sahanlara konulup bir tepsiye dizilerek tüle sarılır, mühürlendikten sonra tablacıbaşı gözetiminde tablakarlar eliyle padişaha ulaştırılırdı.
Padişah öğle yemeğinden sonra şahsi işleriyle uğraşır. Bazen dinlenir, kitap okur, kütüphanesinde çalışır, yazı yazar, meraklı olduğu bir el sanatıyla uğraşırdı ki, bütün Osmanlı padişahlarının meslekleri ve ayrı ayrı sanatkarlıkları vardı. Bundan sonra ikindi namazı kılınır ve istediği kişilerle ve saray vazifeleriyle görüşürdü. Bu kişiler, haftanın ayrı ayrı günleri için belirlenmiş ilim adamları, tecrübeli eski devlet adamları, sanatkarlar , tanınmış şairler, edipler, hattatlar ve dini ilimlerle mütehassıs kimselerdi.

Bundan sonra akşam namazı kılınır, padişah öğle vaktine göre çok daha hafif bir akşam yemeği yer ve yatsı namazına kadar yine kendi işleriyle uğraşır ve bazen de annesi olan Valide Sultan’la görüşürdü. Yatsı namazından sonra padişahlar odalarına çekilir, çoğu zaman Kur’an-ı kerim ve Tevarih-i Al-i Osman denilen kitapları okuyup öyle yatarlardı. Hatta bazı sadrazamlar da kendi köşklerinde bu geleneği devam ettirmişlerdir. 

Osmanlı’da İlk Matbaa

İbrahim Müteferrika, 1726’da matbaacılığın gerekliliği, önemi ve faydası üzerine Vesiletü’t-Tıba’a adlı bir risale yazarak Damat İbrahim Paşa’ya takdim etmiştir.

Damat İbram Paşa, bu matbaa kurma talebi uygun bulmuş ve çalışmaları teşvik etmiştir. Kitap basmanın şeriata aykırı olduğu iddiasıyla alimlerin basımevi açılmasına karşı çıktıkları iddiası ise doğru değildir. Ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına takrizler yazmışlardır. Matbaanın tahsis işlerine bakmak üzere ulemadan dört kişi tayin edilmiştir. Fetvada ve fermanda sadece “Ulum-ı Aliye”, yani dini ilimler dışındaki mevzulara dair kitapların basılacağından söz edilmiştir.

20 Şubat 2015 Cuma

Hareme Yabancı Kimse Giremez

Osmanlı sarayında, padişahın ailesi olmayan bir kişi ne hareme girebilir, ne de padişahın hususi hayatıyla ilgili bir şey görebilirdi. Bu ne görülmüş ne de duyulmuş bir hadisedir. Sarayda vazifeli olanlar bile hayatlarını daima bir sır içinde tamamlarlardı. Sarayda yaşayanların, saray dışına çıkıp, halk arasına karışıp, halkla görüşmeleri kesinlikle yasaktı ve böyle bir bilgi de yoktur. Osmanlı bunu bir devlet geleneği ve siyaseti olarak yapmıştır. Yoksa sakladığı bir suç veya gayri meşru bir iş için değil. Böyle olduğu içindir ki yüzyıllarca bu büyük devlet yapısını ve teşkilatını koruyabilmiştir.
Bu noktada Ayşe Osmanoğlu’nun, harem hayatı hakkındaki sözlerini nakledelim:

“Batılıların, haremi, bilhassa Darussaade’yi, hükümdarların bir sefahat teşkilatı halinde görmeleri, şüphesiz tarihi hadiseleri biraz hissi nazarlarla tetkik etmelerinden ileri gelmiştir. Hatıralarımın daha önceki kısımlarında daima cazip taraflarını hoş renkleriyle anlatmaya çalıştığım Osmanlı Haremi’nde, aslında, gerek hükümdar, gerekse onun kadınları için bir itidal ve fedakarlık rejimi hüküm sürerdi. Hükümdar ile haremleri arasında, çok ciddi kaideler ile sınırlanmış münasebetler vardı. Daha önce babama dair anlattığım bir hatıram, hükümdarın, Darüssaade’de her istediğini kolaylıkla temin ettiğine dair inanışların yerinde olmadığını pek iyi belirten bir misaldir.” 

19 Şubat 2015 Perşembe

Mehterden Mızıka-i Hümayun'a Osmanlı'da Milli Marşlar Ve Hamidiye Marşı

Selçuklu Sultanı bir fermanla birlikte Osman Gazi'ye emirlik alameti olan "tuğ", "alem", "tabl" ve "nakkare" de göndermişti. Ferman, Osman Gazi'ye bir ikindi vakti takdim edildi. Osman Gazi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı). Böylece Osmanlı Devleti'nin resmi mehteri başlamış oldu. Fatih Sultan Mehmed Han zamanına kadar nevbet vurulurken padişahların ayakta dinlemesi adetti.
Resmi mehter, padişah mehteriydi ki, buna "Mehterhane-i Tabl u Alem-i Hassa" denirdi. Padişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı. Sefer ve harp esnasında padişah mehterhanesi, saltanat sancaklarının altında durup, nevbet vururdu. Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümayun önünde nevbet vurmak adetti.
hükümdar mehterleri beş vakit vururlardı. Bundan başka padişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife divanlarında nevbet vurulurdu.
Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugah nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalardı. Harp esnasında ise, padişahın veya seraskerlerin yanında durup, harp boyunca askerin cesaretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalınırdı.
Yeniçeri ocağının lağvı ile beraber Mehterhane de kaldırıldı ve yerini Mızıka-i Hümayun'a bıraktı.
1831 senesinde Sultan İkinci Mahmud Han için Mızıka-i Hümayun'da Donizetti Paşa tarafından bestelenen "Mahmudiye" diğer adıyla "Marche Imperiale Ottomane" (Osmanlı Milli Marşı) ilk Osmanlı milli marşı olarak kabul edildi. 1839'da tahta çıkan Sultan Abdülmecid Han zamanında "Mecidiye Marşı" milli marş olarak kabul edildi. Sultan Abdülaziz Han ise "Aziziye Marşı"nı milli marş olarak kullandı. Yerine geçen Sultan Beşinci Murad yeni bir marş yerine babası Sultan Abdülmecid için bestelenen marşı kullandı. Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın uzun saltanatı boyunca kullanılan milli marş, "Hamidiye Marşı", "Marş-ı Ali-i Hamidi", "Marche de S. M. Imperiale Le Sultan Abdül-Hamid Han II" olarak da bilinip tanınmıştır.
Hamdiye Marşı, sözlü ilk marştır. Bu marşın sözleri şöyledir:

Şehinşah-ı ali-tebar
Hakan-ı Cem-iktidar
(Soyu yüce padişah, Cem iktidarlı hakan)

Sultan Hamid-i kamkar
Tahtında olsun ber-karar
(Her istediğine ulaşan Sultan Hamid Han, tahtında daima otursun)

Her ruz-ı ahd ü şevketi
Behcetle bir subh-ı bahar
(Saltanatının her günü sevinçli bir bahar sabahıdır)

Ba-ferr ü ikbal-i mezid 
Binler yaşa Sultan Hamid
(Şan ve şevketle, çok mutlu olarak binler yaşa Sultan Hamid Han)

18 Şubat 2015 Çarşamba

Bu Da Tesadüf Mü?


Ragıp Paşa, kütüphanesinin inşası tamamlandığı günlerde, kapının önünde durmuş düşünürken, oradan geçmekte olan bir zat, niçin düşündüğünü sorar. Paşa, kapının üstüne ne yazdıracağımı düşünüyorum, deyince o kişi: "Fiha kütübün kayyimeh" ayet-i kerimesini yazdır, der. Ragıp Paşa bir de bakar ki bu ayet, ebced hesabıyla kütüphanenin açılış tarihini göstermektedir.

17 Şubat 2015 Salı

Bulgaristan'da Osmanlı Hayır Eserleri

Mustafa Paşa Köprüsü

Bulgaristan 14. yüzyılın Balkanlar'da ilk fethedilen yerlerden biri olup Osmanlı fetih siyasetinin sonucu olarak daha o tarihlerden itibaren burada birçok vakıf ve mimari eseri yapılmıştır. Başta Osmanlı padişahları ve saray mensupları olmak üzere bölgede faaliyet gösteren akıncı ve sancak beyleri, ulema ve özellikle çeşitli sebeplerle Anadolu'dan getirilip burada iskan edilen halk pek çok vakıf kurmuş, bunları ayakta tutacak gelir kaynakları tahsis etmiştir.
Ekrem Hakkı Ayverdi'nin yaptığı tespitlere göre Bulgaristan'da 2356 cami-mescid, 142 medrese, 273 mektep, 174 tekke-zaviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam-ılıca-kaplıca, 27 türbe, 24 köprü, 75 çeşme, 16 kervansaray vb.den oluşan toplam 3339 İslami eserden maalesef çok azı günümüze ulaşmıştır.

Mezhep Düşmanlığı Ve Osmanlı Adaleti

13. ve 14. yüzyıllarda Hıristiyanlar arasında mezhep (Katolik-Ortodoks) düşmanlığı öylesine azmış, düşmanlık o kadar büyümüştü ki, birbirlerinin himayesi altında yaşamaktansa, Türklerin himayesi altında yaşamayı daha uygun bulurlardı.
Nitekin, Fatih Sultan Mehmed Han'ın İstanbul'u muhasarasından dört ay evvel, son İmparator Kostantin nezdinde Rum Patriği Greguvar ile Papalık makamının temsilcisi Kardinal İzodor, Ayasofya'da bir toplantı yaparak, iki mezhebin, yani Ortodoks ve Katolikliğin birleştiğini ilan etmişlerdi. Fakat halkın çoğunluğu buna karşı gelmiş ve hatta günlerce ayaklanmalar olmuştu. Bizans başvekili Grandük Notaras ise bu birleşmeye şiddetle karşı gelmiş ve:
"İstanbul sokaklarında Latin Kardinallarının külahını görmektense Türklerin sarığını görmek evladır!" demişti.

Ulubatlı Hasan Diye Birisi Yok Mu?

Maalesef bazı tarihçiler tarihi bilgileri çarpıtmaya ve bunlar üzerinde demogoji yapmaya çalışmaktadırlar. Bu gibi şeyler İstanbul'un fethi gibi çok mühim bir hadiseyi birkaç küçük noktaya inhisar ettirip, meselenin özünü gölgede bırakma politikasının bir neticesidir.
Ulubatlı Hasan meselesi hakkında şunu söylemek gerekir ki, İstanbul'un fethi sırasında surlara bayrağı diken bir veya birkaç kişi vardır ve bunlardan biri de Ulubatlı Hasan'dır. Burada önemli olan bu kişinin Ulubatlı Hasan veya başka bir kişi olması değil, önemli olan İstanbul'un fethedilmesi ve bu fethi ismi bilinen veya bilinmeyen birçok kahramanın gerçekleştirmiş olmasıdır. Nitekim ismi tarihe yazılmamış binlerce kahraman vardır.
Tarih kaynaklarında Ulubatlı Hasan hakkında bir bilgiye fetih sırasında Bizans tarafında bulunan Georgios Phrantzes (1401-1477) isimli Bizans tarihçisinin Chronicon isimli eserinde rastlanmaktadır. Bu tarihçi Ulubatlı Hasan ismini verdiği gibi şehre giriş sırasında surlara tırmanış ve sonra Bizans askerlerinin kaçışı ile ilgili bilgilerde vermektedir.
Osmanlı tarih kaynaklarında ise surların üzerine ilk çıkanın kim oldu söylenmeden, bu hadiseye dair bilgiler anlatılmaktadır. İbn Kemal'in Tevarih-i Al-i Osman isimli eserinde bu mesele şöyle anlatılmaktadır:
"Ölülerin yığınlarından hisar duvarına merdiven oldu. Yiğit gaziler, o merdivenden gaza doruğuna çıktılar. Burçların aralarında buldukları düşmanları dağıttılar. Padişahın ak sancağını ki, sabah aydınlığı gibi ufukları nurla doldururdu; uğurlu zafer gününün haberiyle memleketler fetheden askerin kalbini sevinçli kılardı, henüz göğün on iki burçlu kalesinde güneşin ışık saçan yaldızlı bayrağı zuhur etmemişken hisar burcunun kulesine dikip tekbir sesleriyle göğün kapısını inlettiler."

14 Şubat 2015 Cumartesi

Osmanları Padişahları Kaç Yıl Yaşadı?

Osman Gazi 68, Orhan Gazi 79,
Sultan Birinci Murad (Hüdavendigar) Han 63,
Sultan Birinci Bayezid (Yıldırım) Han 43,
Sultan Birinci Mehmed Han (Çelebi) 32,
Sultan İkinci Murad Han 47,
Sultan İkinci Mehmed Han (Fatih) 52,
Sultan İkinci Bayezid Han 64,
Sultan Birinci Selim Han (Yavuz) 50,
Sultan Birinci Süleyman (Kanuni) 72,
Sultan İkinci Selim Han (Sarı) 50,
Sultan Üçüncü Murad Han 49,
Sultan Üçüncü Mehmed Han 37,
Sultan Birinci Mehmed Han 27,
Sultan Birinci Mustafa Han 47,
Sultan İkinci Osman Han (Genç) 18,
Sultan Dördüncü Murad Han 28,
Sultan İbrahim Han 33,
Sultan Dördüncü Mehmed Han (Avcı) 51,
Sultan İkinci Süleyman Han 49,
Sultan İkinci Ahmed Han 52,
Sultan İkinci Mustafa Han 39,
Sultan Üçüncü Ahmed Han 63,
Sultan Birinci Mahmud Han 58,
Sultan Üçüncü Osman Han 58,
Sultan Üçüncü Mustafa Han 57,
Sultan Birinci Abdülhamid Han 64,
Sultan Üçüncü Selim Han 47,
Sultan Abdülmecid Han 38,
Sultan Abdülaziz Han 46,
Sultan Beşinci Murad Han 64,
Sultan İkinci Abdülhamid Han 76,
Sultan Beşinci Mehmed Han (Reşad) 74,
Sultan Altıncı Mehmed han (Vahidüddin) 65 yıl yaşamıştır.

Harem ile Selamlık Arasındaki Dolap


Eski Osmanlı evler, haremlik ve selamlık olmak üzere iki kısımdan oluşurdu. Harem kısmı ev halkının günlük hayatının geçirdiği bölümdü. Selamlık ise genelde erkek misafirleri ağırlamak için kullanılırdı. Misafirlere ikramlar, haremlik kısmı ile selamlık kısmı arasında yer alan ve kendi etrafında dönen bir dolap yardımım ile yapılmaktaydı. Böylece, evde misafir varken haremlik ve selamlık arasında bağlantı sağlanmış olurdu.

13 Şubat 2015 Cuma

Çobanlar Profesör Oldu

Orta Çağ boyunca Balkanlar ve Orta Avrupa iki gücün arasındaydı. Ya Avrupalı devletlerin, yahut da Osmanlı'nın hakimiyetine gireceklerdi. Avrupalılar ele geçirdikleri yerlerde, ne kendilerinden başka mezhebe ne de halkların dillerini muhafazaya hayat hakkı tanıyorlardı. Almanlar doksan sene hakim oldukları Çekistan'da (Çekoslovakya) şehirlerde ve büyücek meskün alanlarda Çekçe bilen bir kişi bırakmamışlardı. 1918 yılında Almanlar Çekistan'dan çekilmek mecburiyetinde kalınca, Çek hükümeti dağlardan çobanları getirtip, Prag Üniversitesi'nde Çek dili profesörü yaparak, tekrar Çekçe'yi ihya etmek zorunda kaldı. Almanlar Çekistan'da doksan yıl kaldıkları için dağlardaki çobanlara ulaşamadılar; eğer Osmanlı'nın Sırbistan'da kaldığı gibi, dört yüzyıl Çekistan'da kalsalardı, Almanlar dağlarda da bir tane çoban bırakmazdı. Bugün de Çek dilinin ve Çek milletinin yerinde yeller eserdi. Halbuki Osmanlı hiç kimsenin dinine ve diline dokunmadı.

Devşirmelikte Çocuklar Zorla Mı Alınıyordu?


"Devşirme" saray hizmetleriyle bostancılıkta ve yeniçeri ocağında istihdam olunmak üzere toplanan Hıristiyan çocukları hakkında kullanılan bir tabirdir.
Sultan Çelebi Mehmed ve oğlu Sultan İkinci Murad zamanlarında Rumeli'deki bir kısım Hıristiyan tebaadan yedi sekiz yaşına kadar çocukların devşirilmesi kanun oldu. İşte bu suretle bir kısım tebaadan çocuk toplamaya mahsus olan "Devşirme Kanunu" meydana çıktı. Çocuklarını vermek için ailelerin yarıştıkları bilinen bir gerçektir. Bunun yanında kanunla belirlenmiş sayılarda alınan çocukların bazıları kaçar veya gitmek istemezdi. Bu gibi çocuklar zaten alınmaz ve ailelerine iade edilirdi.
Kanun gereği Hıristiyan çocuklarının en asilleri seçilirdi. Birden fazla çocuğu olan ailelerin daha müsait ve daha sıhhatli olan bir çocuğu seçilirdi. Bir oğlu olanın çocuğu alınmayarak babasının hizmetine bırakılırdı. Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Endamı mütenasip olanlar saray için seçilirlerdi. Yahudilerden devşirme alınmazdı.
Bu çocuklar, saraya veya acemi ocağına alınmadan evvel sivil Müslüman Türk ailelerin yanında büyük bir itina ile yetiştirilerek, İslam terbiyesi görürlerdi. Dini bilgileri ve Türkçeyi öğrenirler daha sonra saraya yahut ocağa alınırlar, burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra, sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre çeşitli devlet hizmetlerine tayin edilirlerdi.
Saraya alınan Enderun Mektebi'nde eğitim görürlerdi. Sarayda her koğuşun ve sınıfın fertlerinin kaydına mahsus defterler olup, bunların saray terbiyesi üzere yetişmeleri için her koğuşta lala tabir edilen hocalar vardı.
Sadrazamlığa kadar yükselen bu kişiler içinde devlete büyük hizmetler etmiş olanları çoktur. Sokullu Mehmed Paşa, Kuyucu Murad Paşa, Davud Paşa, Hadım Ali Paşa, Ferhat Paşa, Moralı Hasan Paşa, Kara Murat Paşa, Mimar Kasım Ağa bunlardan bazılarıdır. Devşirmeler içinde ihanet edenleri olduğu gibi, devşirme olmayıp da Müslüman ailelerin çocuğu olarak yetişmiş ve devletin en üst idaresine kadar gelmiş devlet adamlarının ihanetleri de oldukça fazladır.

12 Şubat 2015 Perşembe

Toplar Merasimle Dökülürdü

Osmanlı Drvleti'nde Tophane-i Amire'deki büyük fırınlarda toplar, merasimsiz dökülmezdi. Merasime padişah, sadrazam, ya da defterdar iştirak ederdi. Fırınların tavları döküm kertesine gelse de, bunlardan biri gelmedikçe döküm yapılmaz, iş bekletilirdi. Geldiler mi, hemen duaya başlanır, sonra işe girişilirdi. Döküm sona erdiği zaman, devlet hesabına, kasabbaşının gönderdiği on beş baş kurban kesilir, beş de top atılır, davet sofrasına geçilirdi. Merasime iştirak edenlere, makamına ve vazifesine göre, hediyeler dağıtılır, hil'atler (ya padişah ya da vezir tarafından verilmiş ağır kaftan) giydirilirdi.
Tophane Nazırı'nın hazırlattığı kırk sepet yemiş ile beş tabla çiçek, defterdar eliyle sadrazama, sadrazam eliyle padişaha takdim edilirdi.

Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerinden Fatih Sultan Mehmed Han'a Yardım

Hace Ubeydullah Ahrar'ın torunu Hace Muhammed Kasım anlatıyor: "Ubeydullah-ı Ahrar bir gün, öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi ve binip Semerkand'dan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tabi olup takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand'ın dışında bir yerde talebelerine: 'Siz burada durunuz.' dedi. Sonra atını Abbas Sahrası denilen yere doğru hızla sürdü. Mevlana Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha onu takip etti. Bu talebesi, gördüklerini şöyle anlattı: 'Hace Ubeydullah Ahrar Hazretleri ile sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.'
"Ubeydullah-ı Ahrar daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittini sordular. O da 'Türk sultanı Muhammed Han, (Fatih Sultan Mehmed) harp ediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardıma gittim. Allahü Teala'nın izniyle galip geldi, zafer kazanıldı.' buyurdu."
Hace Muhammed Kasım, babası Hace Abdülhadi'nin şöyle anlattığını nakletmiştir: "Anadolu'ya gittiğimde, Fatih Sultan Mehmed Han'ın oğlu Sultan İkinci Bayezid Han, bana babam Ubeydullah Ahrar'ın simasını ve şeklini tarif etti ve: 'O mübarek zatın beyaz bir atı var mı idi?' diye sordu. ben de tarif ettiği bu zatın, babam Ubeydullah Ahrar olduğunu ve beyaz bir atının olup, bazen ona bindiğini  söyledim. Bunun üzerine Sultan Bayezid Han 'Babam Fatih Sultan Mehmed Han bana şöyle anlattı:
"İstanbul'un fethinde muhasaranın en şiddetli bir anında, Şeyh Ubeydullah Hazretleri'nin imdadıma yetişmesini istedim. Şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir atın üstünde bir zat hemen yanıma geldi ve bana 'Korkma!' buyurdu. Ben de 'nasıl korkmayayım, bir türlü kale düşmüyor.' dedim. Elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. 'İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücum emri ver.' buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman mağlup oldu ve İstanbul'un fethi müyesser oldu." buyurdu.

11 Şubat 2015 Çarşamba

14'üncü Padişahtı, 14 Sene Padişahlık Yaptı

Sultan Birinci Ahmed Han, Sultan Üçüncü Mehmed Han'ın oğlu olup Osmanlı padişahlarının 14'üncüsüdür. Babasının vefatı üzerine 1603 senesinde padişah oldu. Saltanatta tam on dört sene kaldı ve 1617 senesinde vefat etti.

İstanbul'a Göç Yasak

Nüfus bakımından çok hareketli bir geçmişe sahip olan İstanbul, tarihte en çok göç alan şehirlerden biri olmuştur. Bugün de devam eden bu duruma engel olmak için Osmanlılar zamanında bir dizi yasaklar getirilmiştir. İstanbul'un fethinden sonra şehrin çeşitli mahalleleri Anadolu'dan getirilen göçmenlerle kurulmuştur. Mesela bugünkü Aksaray semtini Aksaray şehrinden gelenler kurmuş ve semt, ismini bunlardan almıştır. Bu gibi göçler öyle çok olmuş ki, şehrin nüfusu kısa zamanda ikiye üçe katlanmıştır.
1477 tarihindeki tespitlere göre şehrin nüfusu 100 bin idi. 1535'te bu rakamın 400 bin olduğu, 1550'de 500 bine yaklaştığı kaydedilmektedir. Hızla artan nüfus karşısında ortaya çıkan çok çeşitli sıkıntılar sebebiyle şehre yerleşmek için gelenlere artık izin verilmemiştir. Sadece devlet görevlilerinin ve ihtiyaç olabilecek kişilerin yerleşmesine izin verilmiştir. Bu sebeple göçün önüne geçmek için çok çeşitli yasaklar getirilmiş, hatta ziyaret için gelenlere bir çeşit "serbest dolaşma belgesi" olan "mürur tezkiresi" denilen izin belgesi verilmiş ve ziyaretçiler ancak bu belge ile şehirde dolaşabilmişlerdir. Bu belgeyi alanlar, şehirde işleri bittiği zamana veya taahhüt ettikleri vakte kadar kalıp sonra terk etmeye söz vermiş olurlardı. Terk etmeyenler eninde sonunda yakalanır ve geldikleri yere gönderilirdi.

10 Şubat 2015 Salı

Hükümdar Toprak Vermez

Yavuz Sultan Selim Han, Kırım'da bulunduğu sırada Mengli Giray'ın oğlu Mehmed Giray Yavuz'a:
"Sultan'ım, ihtimal ki yakında tahta çıkarsınız. O zaman Kefe vilayetini bize terk eder misiniz?" diye sordu.
Yavuz Sultan Selim ona şu ibretli cevabı verdi:
"Hükümdarlar, yalnız vilayet fetheder, ama vilayet bahşetmez. Size istediğiniz kadar altın ve gümüş veririm, lakin benden memleket istemeyin."

Hayvan Sevgisine İbretlik Örnekler


Osmanlı'dan günümüze miras kalan ve ayakta kalabilen eserlerin birçoğunun vakıf eserleri olduğu malumdur. Geçmişte yapılmış olan hastaneler, camiler, külliyeler, aşevleri ve kervansarayların çoğu birer vakıf eseridir. Birlik ve beraberliğin sağlandığı ve bütün varlıklara hizmet götürme düşüncesi etrafında şekillenen ve sosyal dayanışmanın bir tezahürü olan vakıflar, Osmanlı devrinde birçok hizmet görmüştür. konumuzla ilgili olması bakımından hayvanlar için yapılmış bu hizmetleri kısaca aktarmak gerekirse şunları sayabiliriz:
*Hayvanların bakım, barınma ve beslenmeleri için mirastan tahsis edilen paralar,
*Hasta hayvanların tedavileri için ve bunlar yararına oluşturulan vakıflar,
*Kediler için yapılmış kulübeler,
*Hayvanların beslenmesi için tahsis edilmiş uşaklar,
*Kasap ve lokantaların önünde sıraya girmiş hayvanlar,
*Sokak hayvanları için düzenlenen şiş kebap günleri,
*Her hafta kurulan pazarlarda varlıklı ailelerin kafesteki kuşları satın alıp özgür bırakma geleneği,
*Sokakta doğurmuş bir hayvan gördüklerinde hemen oracığa bir kulübe yaptırmak için yarışan insanlar,
*Yük hayvanlarına fazla yük yükletenler için çıkartılan fetvalar, bu hayvanlara aşırı yükten dolayı ıstırap çektiren insanlara aynı yükü taşıtarak ceza verilmesi,
*Dolmabahçe'deki kuş ve Üsküdar'daki kedi hastaneleri, cami ve mezarlardaki suluklar, kuş evleri, hatta mimari açıdan eşi ve benzeri bulunmayan kuş köşkleri...
Bu kadar çeşitliliğin yanında bir de sonbaharda geri dönemeyen ve bakıma muhtaç olan leylekler için kurulan merkezler çok ilgi çekicidir. 19. yüzyılda Bursa'da kurulan ve dünyada eşine rastlanmayan Düşkün Leylekler Evi (Gurabahane-i Laklakan), dünyanın ilk hayvan hastanesi özelliğini de taşımaktadır.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Mukaddes Emanetler İstanbul'a Nasıl Nakledildi?

Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması sonucunda Ravza-i Mutahhara'da bulunan Mukaddes emanetler de tehlikeye düşmüştü. Bu emanetler arasında Peygamber Efendimiz'e ve ashabına ait pek çok mukaddes eşya bulunmaktaydı. Ayrıca Osmanlı padişahları "Hadimü'l-Haremeyn" ( Mekke ve Medine'nin Hizmetkarları) unvanını aldıktan sonra her sene Ravza-i Mutahhara'ya çok kıymetli hediyeler gönderiyorlar ve bunların itina ile muhafazasını temin ediyorlardı. Madden ve manen paha biçilemez kıymette olan hediyelerin ve emanetlerin, isyancıların veya İngilizlerin eline geçme tehlikesi vardı. Fahreddin Paşa bütün mesuliyeti üzerine alarak, İstanbul'a gönderilmek üzere bu emanetlerin bütün vasıflarını gösteren zabıtlar tutturdu. Pek çok nüshası olan bu zabıtlar başta Fahreddin Paşa ve Şeyhü'l-Harem Ziver Bey olmak üzere toplam altı yetkili tarafından imzalandı. 30 parçadan oluşan; büyük elmaslar (Kevkeb-i Dürri), süslü şamdanlar, avizeler, kandiller, askılar, yelpazeler ve çok kıymetli yazma eserlerin de bulunduğu bu eşyalar, içleri teneke kaplı kutulara yerleştirilerek "Hazret-i Nebevi" damgasıyla mühürlendi. Şeyhü'l-Harem Ziver Bey başkanlığındaki bir heyetle 14 Mayıs 1917'de Medine'den, 2 bin askerin koruması altında trenle yola çıkarılan bu emanetler 27 Mayıs 1917'de sağ salim İstanbul'a ulaştırılmıştır.
Fahreddin Paşa, bu Mukaddes Emanetler'i İstanbul'a göndermek suretiyle bütün Müslümanlara büyük bir hizmette bulunmuş ve tarihin en büyük kıymete sahip bir hazinesini kurtarmıştır.
  









8 Şubat 2015 Pazar

En Uzun - En Şişman - En Kısa Vezirler

Gelip geçen bütün Osmanlı sadrazamları içinde, yedi asra yakın, en uzun boylu sadrazam rekorunu elinde tutan, Sokullu Mehmed Paşa'dır. Boyu iki metreyi aşardı. Bu yüzden de halk arasında "Tavil (uzun) Mehmed Paşa" diye anılırdı.
Şişmanlık rekoru ise, Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa'dadır. Ali Paşa öylesine "semiz" idi ki, çağının en büyük devletinde, aranıp taranarak, kendisini taşıyabilecek yapıda sadece iki at bulunabilmişti. Öbür atların, üzerine bindiği an, ayakları bükülüyor, belleri çöküyordu.
 Kısa boyluluk rekoru, Dördüncü Mehmed Han'ın sadrazamı İbşir Mustafa Paşa ile Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın sadrazamı "Şapur Çelebi" adıyla da ünlü Küçük Said Paşa'nın üzerindedir. Bu paşaların boyları, hemen hemen, saray cüceleri kadar bir şeydi.

7 Şubat 2015 Cumartesi

En Çok İktidarda Kalan Sadrazam

Sultan Birinci Murad Han devrinin ünlü kazaskeri, Vezir Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa'nın oğlu Ali Paşa, Selçuklu devri ve Cumhuriyet Türkiyesi de içinde olmak üzere, en çok iktidarda kalan başbakandır. Başbakanlığı (büyük vezirliği) 22 Ocak 1387'den 1406 sonlarında vefatına kadar aralıksız 20 sene sürmüştür.

"Beytü'l-mal Kirlenmesin"

Viyana kuşatması neticesi, kumandanlarından bazılarının ihaneti sebebiyle başarısız olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa hakkında idam hükmü verilip, infazı bir camide icra edilirken:
"Caminin halılarını toplayın, beytü'l-mal benim kanımla kirlenmesin.." demişti.

İlk Ve Son Defa Kılıç Kuşanan Padişahlar

Osmanlılarda hükümdarlık alameti, padişahın adına hutbe okunması, para basılması ve kılıç kuşanma merasimidir. İstanbul'da ilk kılıç kuşanan padişah Fatih Sultan Mehmed Han, kuşandıran ise, Ak Şemseddin Hazretleridir. Osmanlı hükümdarları arasında ilk kılıç kuşanan Sultan İkinci Murad Han olup, merasim Bursa'da yapılmış ve kılıcı Şeyh Şemseddin Emir Buhari kuşandırmıştır. Son kılıç kuşanan padişah ise Altıncı Mehmed Vahidüddin Han olup, kuşandıran Şeyh Ahmed Şerif Sünusi'dir.

6 Şubat 2015 Cuma

Aş Dağıtan Padişah

Osmanlı padişahlarının ikincisi Orhan Gazi, sefere gitmediği zamanlar, yaptırdığı imarette, yoksullara yemeği bizzat kendi eliyle dağıtırdı.

Yıldırım Bayezid Han İntihar Etti Mi?

Birçok tarihi hadisede olduğu gibi Yıldırım Bayezid Han'ın vefatı hususunda da magazin tarihçileri meseleyi çarpıtmaktadır.
Tarih kaynakları Osmanlı padişahlarının korku hissinden uzak olduklarında ittifak halindedir. Buna karşılık devlet ve milletleri için de çok büyük hassasiyetleri vardı. Mesela Ruhların Özi Kalesi'nde binlerce Müslüman'ı katlettiğine dair haber Sultan Birinci Abdülhamid Han'a bildirildiğinde kendisine felç gelmiş ve bir müddet sonra da vefat etmiştir.
Niğbolu kahramanı ve Osmanlı tarihinde Anadolu Türk birliğinin ilk banisi Yıldırım Bayezid Han da, nihayet esir düştüğü Ankara Muharebesi neticesinde Timur'un yanında üzüntüsünden hastalandı ve vefat etti. Peki, bu meselenin aslı nedir? Buna bakalım. Sekiz ay kadar esir kalan Bayezid'e Timur'un bir esir muamelesi yaptığı doğrudur. Fakat demir kafes hikayesi doğru değildir. Zira, bu hususta kaynaklarda ciddi bir kayda rastlamak mümkün değildir. Demir kafes meselesi, devamlı bulunduğu bir yer olarak değil, belki bir yerden bir yere giderken bindiği taht-ı revan olarak kaydedilmektedir. Diğer zamanlar, çok sıkı bir şekilde gözaltında tutulduğu muhakkaktır. Hatta, onu muhafaza eden nöbetçiler iki katına çıkarılmıştır.
Yıldırım Bayezid Han'ın vefatı hakkında üç rivayet vardır. Birincisi, hastalanarak vefat etmesi, diğeri, demir kafesin demirlerine kafasını vurarak, ya da parmağındaki bir yüzük içinde saklı bulunan zehri içerek intihar etmesi; bir diğeri ise Timur tarafından zehirlenerek vefat etmesidir, Bu rivayetlerden ilki, yani üzüntüden vefat ettiği en doğru olanıdır. Zira, demir kafes hakkında itibar edilecek bir kaynak olmadığı gibi, olmayan bir kafese kafasını vurarak vefat etmesi de söz konusu değildir. İkincisi, parmağında bulunan bir yüzükteki zehri içtiği rivayetidir ki, bu da doğru değildir.
Osmanlı tarihinde nice sıkıntılar içinde kalmış şehzadeler ve padişahlar olmuştur. Onların hiçbirisinin elinde bir yüzük içinde zehir taşıdıklarına dair ne bir kaynak ne de bunu doğrulacak bir bilgi mevcuttur. Yani, böyle bir yüzük hikayesinin tarihi gerçeklerle alakası yoktur.
Yıldırım Bayezid Han'ın oğlu Çelebi Mehmet tarafından kurtarılmak istendiği bilinmektedir. Lakin bu kurtarma teşebbüslerinden, Timur'un haberi olmuş ve Yıldırım Bayezid Han'ı daha sıkı gözaltına aldırtmıştır, Timur, bir gün Yıldırım Bayezid Han'a;
"Seni serbest bırakırsam, oğullarını itaat altına alabilir misin?" diye sorduğunda, Yıldırım Bayezid Han:
"Ben esaretten kurtulayım, onları itaat altına almasını bilirim." diye cevap verince, Timur'un endişesi bir kat daha artmıştı. Bu sebepledir ki, Timur'un Yıldırım Bayezid Han'ı daha sıkı bir hapis hayatına mahkum etmesi, onu iyice sarsmış ve hastalanmasına sebep olmuştur. İşte bu mevzuda birinci derecede delilleri haiz olan vefatı ise hastalığı sebebiyle olanıdır. Timur, ordusu ile Akşehir'e geldiği sırada (8/9 Mart 1403) vefat eden Yıldırım Bayezid Han'ın cenaze merasimi, hükümdarlara yapılan merasim ile Musa Çelebi tarafından Bursa'ya nakledilmiştir.
Yıldırım Bayezid Han; cesaret ve mertlikle eşine az rastlanan, bu iki hasleti neticesinde harbeden ve esir düşen, sonunda da kahrından hastalanıp vefat eden bir Osmanlı sultanıdır.

3 Şubat 2015 Salı

Eski Saray ve Yeni Saray Hangileridir ?

Eski Saray, İstanbul'un fethinden hemen sonra Topkapı Sarayı yapılmadan önce, şimdi İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu sahada inşa edilmişti ve devlet buradan idare edilmekteydi. Kısa bir zaman sonra, Sarayburnu'nda Topkapı Sarayı inşa edilmiştir. Bu sebeple önceki saraya Eski Saray sonradan yapılana da Yeni Saray denmiştir. Eski Saray bugün ortadan kalkmıştır. Topkapı Sarayı İstanbul'un en güzel yerinde hem Marmara Denizi'ne hem de Boğaza nazır bir yerde inşa edilmiştir. Sarayın inşasına 1465 tarihinde başlanmış ve 1478'de tamamlanmıştır.

4 Ocak 2015 Pazar

O Halde Öbürünü Öldürün

Sultan İkinci Mahmud devrinde yaşamış ve büyük nüfuz kazanan meşhur Mehmed Said Hâlet Efendi, zalimliği ve insafsızlığı ile tanınmıştı.Bir ara şehirde tehlikeli dedikodular dolaşmaya başladı.Halet Efendi bunun çaresinin halka göz dağı vermek olduğunu ileri sürerek şöyle dedi:
"Mesela Okçularbaşı'ndaki berberin başı kesilsin, herkese korku ve dehşet gelip dillerini tutarlar  ve dedikodular kesilir!" Meclisinde hazır bulunanlardan biri:
"Aman efendim, o benim berberimdir, diye itiraz edince Halet Efendi soğukkanlılıkla şu cevabı verir: "Canım ille se ona mahsus değil ya ... O olmazsa öteki baştaki berberin başı kesilsin..."
Halet Efendi, sonunda zalimliği yüzünden idam edilmiştir.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Osmanlılar Kaç Savaş Yaptı?

Osmanlı padişahlarının tamamı yani 36 Osmanlı padişahı 200 kadar harp yapmış, bunlardan 160 tanesini kazanmışlardır.Yapılan savaşlardan bir kısmı neticesiz kalmış ve kaybedilen savaşlar ise yalnız 30 kadar olmuştur.